Ana içeriğe atla

Chapter 3

 

O akşamdan sonra bazı şeyleri kabullenmiştim. Yitip gitmiş bir bedenin gölgesinde daha fazla yaşamayacaktım. Geceleri çöküp yatağıma yattığımda ertesi sabah kalbimdeki boşluğun sonunun ne olacağını düşünüp penceremden içeri giren yıldızların ışıklarını saymayacaktım. 

Buna karar verdiğimde gün çözülüp gitmiş yerine tatlı meltemle bir karanlığa bırakmıştı. Yün yorganımı tepeme kadar çekmiş her gece olduğu gibi yatağımın berisindeki pencereden ormana ve ağaçların arasından cılızca gözüken yıldızlara bakıyor ve beni seneler önce bırakıp giden şovalyeyi düşünüyordum. Derler ki gidenin kalbinde bir ip unutur kader. Zaman o ipi gerer, koparmaz. Zira dosttur kaderle. Eğer yıldızlara aynı anda bakarsa giden ve geride bıraktığı bir çift yaşlı göz, giden hala o ipin titrediğini hissedermiş… Geri dönmese bile, ruhu artık dönmüştür. Ve hiçbir büyü, dönmüş bir ruhu serbest bırakamaz. 

Yerimden doğrulmadan saçlarıma ellerimi attım. Parmaklarıma dolaşan saçlara karanlıkta seçebildiğim kadar baktım. Belki de kimileri için bu ip bir saç telinden ibaretti kimileri içinse bir urgandan hatta kalın bir zincirden öte değildi. Tekrar tekrar parmaklarıma doladım saçlarımı. 

Nihayetinde kalkıp altarımın başına oturduğumda tan ağırmaya başlamak üzereydi. İplerimi az biraz seçebiliyordum. Dizlerime üzerine çöküp kaldım. Omuzlarımdan sallanan şala yarım yamalak daha da sarındıktan sonra altara boş gözlerle baktım. Athemimi ister istemez elime aldım. Birazı dökülmüş mürekkebimi altarın ortasına koydum. Avcumun içini incecik kestim ve kanım sicim sicim akarken sadece bir anlığına o kolumdan aşağı yol olmuş kanı izledim. Ne yapıyordum? Neden yapıyordum? Sonunda neyi bekliyordum? Sorularımın cevapları hep karanlık gecenin boğuk ve soğuk havasında asılı kaldı.

 Elimi sonunda hareket ettirebildiğimde hokkanın içine birkaç damlası akabildi. Omuzlarım çökmüş vaziyette orada ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Bu şövalye gittiğinden beri oluyor. Hoş ona bir aidiyet eki getirmeye dahi yanaşmıyor oluşum kalbimdeki sesten ve daha da parçalanmaktan korkmamdan mı yoksa onun yanına yakışmadığımı hatta asla sevmeyeceği tek varlık olduğumu içten içe bilmemden mi kaynaklı bilmiyorum. 

Dediğim gibi, biz cadıları kimse gerçekten sevmez yahut kimse sorgusuz sualsiz büyü yapmadan yanımızda durma cesaretini göstermez. Sözde birer aslan olan ama kediden farksız şövalyeler dahi. Hatta en çok onlar. Benim küçük kızlarım, sakın bir şövalyenin o kahramanca sizi koruma vaadine ve sarılmasına aldanmayın. Yanınızda durduğunu söylemeleri, sizi tamamen maskesiz görmeleri sadece bir oyundan ibaret. Onlar için savaşa benzediğiniz sürece çekicisiniz hatta sizi kazandıktan sonra çekip gideceği bir topraktan ibaretsiniz tıpkı Theseus’un yaptığı gibi. 

Tan ağarmaya başladığında elimdeki kalemi zorla oynatarak kağıda bir şeyler karaladım. Kalbimden düşüp gelen birkaç damla kandı zira kalbime batan camlar ilk günkü kadar taze yaralardı. Gözlerim artık iyice söken günün ışığında kağıttakileri okudu. “Biri adını kendi içinden fısıldamaya başlarsa… Geçmiş uyandığında kalp yeniden ritmini şarırır. Şimdi bu satırları okuyan kişi… İçinde eski bir yankıyı duysun. O adı kendi kendine söylesin. Zira büyü ancak adı tekrar edilince tamamlanır.” Öylece kırmızı bir ipi yavaşça yazının etrafına doladım. İliştirdiği gümüş yusufçuk armasının soğuk yüzeyine yavaşça dudaklarımı değdirip fısıldadım. “Gün ağardı dileğim gerçek oldu. Ya bana getir kalbimin sızısını ya da kalbimin sızısını ellerim arasına koy ey tanrıça.” 

Ayaklanıp ayaza çıktığımda ata çıkarak nehrin yanına iliştim. Eğilip yazıyı suya attım. Arkasından hayırdım. “Ey nehir, su. Ya ulaştır ona ya da savur beni uzağa.” 

Hiçbir şey yapmamışım gibi yatağıma tekrar çöktüğümde ilk defa uyuyabildim. Senelerdir gururumdan yapmadığım büyü artık parmaklarımın ucuna kadar gelmiş ve kopup gitmişti. Artık ne omzumda taşımam gereken bir keşkem vardı ne de büyülerime ket vuran parmak uçlarımda mesken kurmuş bir sızılı büyü.

 Penceremin önünden gelen hışırtılar ve kesinlikle izleniyorsun diye bana seslenen şeytanlarım ile uyandım. Gözlerim önünde o duruyordu. Seneler öncesinde gittiğine emin olduğum o adam. Gözleri üzerinde yeni bir yara izi belirmiş, saçları biraz uzamış, gözleri kenarlarında ise hiç kırışıklık yok, kaşları arasında ise çok. Öylece kaldım. Ne yapacağımı bilemedim. Ama kaldım. Önce rüya sandım, ardından bir sanrı ama şeytanlarımdan biri hemen yanıma bacak bacak üzerine atınca bunlar olmadığına emin oldum.

 

“Gelmişsin.”

 

“Çağırmışsın.”

 

Başımı iki yana salladım doğrulurken. “Çağırmadım.”

 

Kıkırdadı şövalye. “Ben hissettim cadı. Çağırmışsın.”

 

“Başkente çok uzak burası.”

 

“Belki de hiç gitmemişimdir cadı. Belki de gidecek de kalacak da yürek bende yoktur da saklanmışımdır. Bilirsin beni.”

 

Ona suyu uzatırken başımı salladım. "Bilirim. Ama yanlışın var seni buraya ben çağırmadım. Hele de seneler sonra.” Sudan bir yudum aldı. Hızla gülümsedi. “Sesini işittim sabah. Bilirim ben seni çağırmışsın. İlk geldiğimde yanına neden kimsesiz olduğunu sormuştum. Sen de bana annenin babana yaptığı bir büyüden bir parça göstermiştin. Ah bak hala saklıyorum onu.” 

Bileğini saran deri kayışın içinden bir kağıt parçası çıkardı. Kağıdın köşesinde kırmızı bir gülün kuruduktan sonra bıraktığı silik bir leke vardı. Bunu hatırlıyordum. Ona geri dönsün gidemesin diye annemin eski kitabından verdiğim büyü parçasıydı. Haklıydı, hatırlıyorum hem de çok net. Okudu. “Cadılar sevince affetmez. Cadı sevmişse… Gittiğin her aynada kendini onun gözleriyle görmeye başlarsın. Bu yazı seni yakaladıysa önmesen dahi senden kaçamayacak kadar sende kaldım.” Gülümsedi. “Benden kaçamayacak kadar bende kalan bir cadıyı ormanında terk edip gitmek onuruma sığmazdı. Bunu verdikten sonra fısıldamıştın.” Tamamladım sözlerini. “Bunun lanet olması da hayatını cennete çevirmesi de senin elinde şövalye.”

 

Şimdi bu oldukça ilginç çünkü kabul etmiştim. Herkese de kabul etmesini öğütlerdim. Sevilmemeyi, görülmemeyi ve duyulmamayı. Bu koca dünyada silik ayak izlerine sahip olmayı. Gölgeden ibaret olmayı omuzlarımızda kaldırmayı öğrenmey. Lakin hepimiz insanız ve hepimiz bu denli güçlü değiliz. Hele de ben ona karşı asla olamadım ki zaten. Zira onun gidişi rüzgarda iz bile bırakmadı. Ama ben hala içimde bir kapının açık kaldığını hissediyorum. Her şey geçti, sadece rüzgar kaldı- hala o kapıda esiyor. Ama sonuçta adam pencereden geldi kapıdan değil.




 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness