Ana içeriğe atla

Çiy

 Kız karanlığa doğru bir çığlık  attı. Karanlık çığlığı yutuverdi. Tekrar tekrar bağırdı kız ve karanlık kızın sesini tekrar tekrar yuttu. Kızın takadi kalmamıştı. Kızın göz pınarları kurumuştu. Gözyaşlarının ıslattığı yerler bir delikten gelen ışıkta parlıyordu. Sicim sicim inen gözyaşları kıpkırmızı yapmıştı geçtiği yerleri. Elini acıyan bileğine götürdü. Büyük ihtimal tere atıldığı daha doğrusu bir çuval mal gibi atıldığı zaman incitmişti. 


Gözleri tekrar doldu. Kızcağız elbisesinden kalan parçalara sarınmaya çalıştı. Hava soğuktu ve ağzından çıkan buhar bunu ele veriyordu. Bir kez daha hıçkırdı. O adamdan nefret ediyordu. Yaşı ilerledikçe o insan olmayan varlık onu daha çok döver olmuştu. Asıl kızı üzen olay ise annesinin bu olaya göz yumuşu idi. O şahsı değil koca köle diye dahi alınmamalıydı. Ama annesini de anlıyordu. Bulundukları bölge zor ve çarın bir yerdi. Her zaman diken üzerindelerdi ve başlarında, arkalarında dayanabilecekleri bir duvar olmalıydı. 


Kız babasını üç yaşında kaybetmişti. Yüzünü istese de hatırlayamıyordu. Küçük kızın annesi para kazanmak için çalıştığı işler ve yuvaları olan küçük kulübelerinin işlerini yaparken çok yıpranmış daha 1 sene geçmeden de bu adamla evlenmişti. Adam demek doğru olur muydu bilmiyordu kız. Zira bu adam eve geldi geleli kızı hep dövmüş ve hakaretler etmişti. Yaşı ilerledikçe bu olaylar artmıştı çünkü annesi artık engel olamıyordu. Kız bunları düşünürken bir yandan da ağlamıştı ve hava epey bir kararmıştı. Kızın bunları anlatacağı kimsesi yoktu. Yol bulabileceğini düşündüğü kişilere yaşadıklarını anlatmıştı yine de onun durumuna kimse mani olamamıştı. Zaten güzel de değildi. Bunun yanında küçükken dövülmesinin bıraktığı bir konuşma bozukluğu vardı. Insanları görünce tıkanıyor, konuşamıyordu. Bu yüzden köydeki hiçkimse kızla evlenmek istemiyordu. Bu da üvey babasını daha da sinirlendiriyordu. 


Baba... Ona baba demek doğru olur muydu? Baba kızını korumalıydı, onu sevmeliydi değil mi? Onu bir çıkar kapısı olarak görmemeliydi. Ama o adam bunun tam tersiydi. Kızı her işte çalıştırmıştı. Hatta para karşılığı satmaya bile kalkmıştı ki annesi mani olmuştu. Onunki de ana yüreğiydi. Izin verir miydi ki böyle bir şeye? Ama Adam durmuyordu. Eğer işten yeteri kadar para gelmezse, yani o ayı geçirecek kadar, o zaman daha da döverdi kızı. Kızın attığı her çiğlik karanlığa karışır kimseye gitmezdi. Yetimdi o. Babası öldükten sonra amcaları, halaları istememişti kızı. Annesinin de ailesi yoktu. Ailelerin rızası olmadan evlenmişti annesi ile babası. Kaçmışlardı beraber mutlu olmak için. Bu kadar erken ayrı düşeceklerini bilmeden koşmuşlardı. 


Kız bir kez daha hıçkırdı. Dünyada çok insan vardı. Onu seven bir komşusu ölmeden önce okuma yazma öğrenmişti kıza. Tek kitaplar iyi gelirdi yalnızlığına. Bir kitapta okumuştu prensleri, düşesleri; bir gün bir başkasında okumuştu çiftçileri, köleleri. Ama artık Ona da izin vermiyordu adam. 


Sessizce kalktı. Samanlıktan çıktı. Adam gözü görmesin diye buraya atmıştı kızı. Yavaş adımlarla çiy tanelerini çıplak ayağının altında ezerek soğuk derenin başına geldi. Boyunu aşardı derenin ortası. Akıntı da çoktu. Belki ölmek o kadar da kötü değildi. Belki babasını ve o komşusunu görürdü. Zaten dunya da kimi vardı ki? Bir karanlık bir de kendisi. Konuşmaları bile duyulmazdı çoğunlukla. 


Kız ayağını suya daldırdı. Tam kendisini akıntıya bırakacağı sırada bir ses işitti hemen arkasından gelen.  "Ölmek için gençsin. Çok genç. Kaçabilirsin. Kurtulabilirsin. Ama ölmek bir kaçış değil. Bunun için değil. Olamaz da. Bir çözüm de değil. Yeni bir sayfa aç. Yeni bir hayata başla. Gökyüzünün mavi olduğu, Güneş' in parladığı bir hayata adım at soğuk bir dereye değil." Elini uzattı ses. Seçemiyordu karanlıkta kız mı erkek mi olduğunu. Elini tuttu ve dereden çıktı. Bir anda kayboldu el. Söndü sesi. Yitirdi bedeni varlığını. Kız karanlıkta tekrar bir başına kalmıştı. Dereye baktı kurumuş ağaç kabuğu gözleri ile. Iç geçirdi. Haklıydı gördüğü hayal. Ölüm bir kurtuluş değildi. Kaçış  değildi. Oturup beklemek de öyle. Kendisi yapacaktı her şeyi. Bugün hayati değişiyordu ve asla olmayacağına yemin etti kız. Köye geri döndü. Bir at çaldı ve gecenin karanlığında dört nala onu bulamayacakları bir geleceğe, mutluluğa daha da önemlisi umuda doğru dört nala gitti. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p