Ana içeriğe atla

Çocuk

 Güneşin hastalıklı sarı ışığı ince perdelerde sızıyordu. Odanın içindeki bonoları solgun bir renge bürüyordu.  Ahşap zemin ışıktan ısınmıştı. Yer yer kabarmış ahşap kapı boynu bükükçe oda ile salonu ayırmaya, kapatmaya, çalışıyor ancak bozuk dili buna izin vermiyordu. Açık balkon kapısından sızan ılık, yeni açmaya başlamış çiçeklerin polenleri yüklü hava kapanmayan kapıdan içeri akıyor bunaltıcı, hastalıklı Güneş ışığını biraz olsun yumuşatıyordu. Çekilir hale geliyordu. 


Güneşten uzağa konmaya çalışılmış ancak kutu gibi olan odadan dolayı başarılı olunamamış yatakta, elleri sımsıkı kapanmış halde göğsünde kavuşturmuş bir çocuk yatıyordu. Dudakları büzülmüş, gözleri sımsıkı kapanmıştı çocuğun. Alnında boncuk boncuk terler olmuştu. Kafasını bir o yana bir yana çeviriyor yine de hastayken gördüğü kavgalardan ve de burnunu gıdıklayan sarı ışıktan kaçamıyordu. Yatağında biraz  daha top haline geldi. 


Üşüyordu şimdi. Üzerindeki yorganlar ona yeterli gelmiyor her geçen saniye üşümesi artıyordu. Dengesiz olan rüzgarda bir sonbahar ayında düşen yaprak gibi hissediyor, titriyordu. 


Içeri elinde yemek tepsisi ile bir kadın girdi. Yatakta kabuslarla savaşan çocuğun annesiydi. Tepsinin üzerindeki bir bardak suya yansıyan endişeli yüzünden çok kolay anlaşılıyordu bu. Saçlarını bile taramamıştı sanki kadın. Göz altları çökmüştü. Gözleri ışıldamıyordu. "Ah benim kara kuzum." diye mırıldandı. "Bu güzel havada dışarıda koşup oynamak varken, kitaplar okumak varken o burada yatağında yatıyor. Sadece yatıyor. Öksürüyor. Gün boyunca... Bazen kalkıyor yatağından, yarı bilinçsiz ve de uyku gözlerinden çeşme gibi akarken. Ah kara kuzum benim." Dışarıdan gelen kuş sesleri kadının kalbine bir korku doldurdu. Her hasta olduğunda olurdu bu. Ölecekmiş, elinden gidecekmiş hissi. Bu anlarda ona sarılmak isterdi. Kokusunu ciğerlerine doldurmak... Ancak bu sefer oğlunun siyah saçlarını okşadı. Alnından şefkatle öpüp kokladı. 

-Kara kuzum uyan haydi. 


Kabuslarından annesinin öpücüğü ile sıyrılan çocuk gözlerini açtı. Etrafına bakındı. Doğrulmak istedi ancak kafası çok ağırdı. Birkaç kez kuru kuru öksürdü. Kadın onun oturmasına yardim etti. Kucağına tepsiyi koydu. Sıcacık çorba birkaç kuruşa aldıkları öksürük şurubu, su ve bir parça kuru ekmekle peynir. Kaşığı eline aldı kadın ve çocuğa yedirmeye başladı. 


Dışarıdan içeri sesler doluyordu. Okul bitmiş olmalıydı çünkü sokağı çocuk sesleri kaplamıştı. O kadar yüksekti ki sanki şehirden taşacaktı sesler. Ilık rüzgarlar sesleri evin içine ve sanki özellikle odaya dolduruyor gibiydi. Çorbasını burukca içen çocuk birkaç kez daha öksürdü.  


"Herkes dışarıda. Ben burada hasta yatağımdayım. Korkunç örümceklerden, sivri burunlu cadılardan, beni kaçırmak için yarışan Çarşamba karılarından kaçıyorum her gözünü kapayınca. Öksürmekten boğazlarım acıdı. Ateşim de düşmüyor zaten. Yataktan kalkacak halim de yok ki kalkıp top oynayayım. Anneciğim zaten perişan. Ah anneciğim benim."


Dışarıdan gazeteci çocuk geçiyordu. Bir yandan da bağırıyordu. 


-Gazte, gazte, gazte... 


Merak etti çocuk gün boyu nasıl böyle bağırdığını. Bir süre sonra çocukların sesi silikleşti. Dışarıdan gelen kuş cıvıltıları ile karışık kahkahalar üzerine çocuk annesine sordu. 


-Ne zaman geçer? 


- Bir haftaya bir şeyin kalmaz Allah'ın izniyle. 


-Dışarıda oynabilir miyim? 


-Biraz bekle, çok terleme. Tekrar hasta olursun mazallah. 


-Okula gideceğim değil mi? 


- Tabiki gideceksin ancak şuanda dinlenmelisin. Dinlen ki iyileş. Uyulan gerek. 


-Ama ben uyumak istiyorum. 

diye mızıldandı çocuk. 


-Olmaz öyle şey dedi annesi. Eğer koşup arkadaşlarınla oynamak, okula gitmek istiyorsan uyumalısın. Biraz ateşin düşsün babana söyleriz boğaza götürür seni. Boğazın havası hastalıklara şifa derler. Hadi uyu sen. 


Tepsiyi aldı ve ayağa kalktı kadın. Çocuk da tekrar yorganlara gömüldü. Annesi alnından öptü. Kapıyı çevirip odadan çıktı. Çocuk, çocuk sesler ile odada bir başına kaldı. Bir de ona ne yöne dönerse dönsün gözüne giren, burnunu gıdıklayan, ellerini yakan, bunaltan ışık eşlik etti. 


En sonunda çocuk bunlara rağmen tekrar kabuslarından birine daldı


Uçsuz bucaksız bir karanlık vardı. Ağaçların hüküm sürdüğü bir orman karanlığı... Çocuk ormandaki patikada yürüyordu. Yanında bir baykuş ötüyordu. Kahverengi tüyleri kabarmış, kocaman gözlerini çocuğa dikmiş. Çocuk sessiz bir korku ile yürümeye devam etti. Patika bitmiyordu ve bitmedikçe çocuğun korkusu daha da artıyordu. 


Sonunda suları kapkara akan bir nehre geldi. Nehrin etrafı akçaağaçlarla çevrelenmişti. Görebildiği her yerdelerdi Akçaağaçlar. Taşlarla kaplı,bembeyazdı taşlar, yere çömelip suya yaklaştı çocuk. Zift karası suyun yüzeyinde kendi yansıması ile göz göze gelirken yerine bir nergis gibi mıhlanmış etrafında olanlardan bir haberdi. Lanetli nehirdeki ekonun ona bağırışlarını duymadı. Nehirden çıkan bir çift eli görmedi. Nehirin güzel kızlarının ve şarkılarının daha da önemlisi kendi görünüşünün onu büyülemesine izin verdi. Ve çocuk suya düştü. 


Büyük bir su sesi ve dibe batma. Karanlık sular çocuktan gelen bir ışıkla aydınlanmaya ve mavileşmeye başlayınca çocuk bedenin ısındığını fark etti. Güneş gibi etrafı aydınlatırken elini göğe uzattı. Babasının ona uzanmış elini tutmak için. Elini yakaladı babası. Ateş gibi olmuş elini. 


Sudan çıktı çocuk. Ama bu dazlak kafalı adam babası olamayacak kadar yaşlıydı. Peki kimdi bu adam? Kendisi de daha büyük hissediyordu. Bir de kalbinde anlatamadığı bir özgürlük umudu vardı. Babası sandığı adamın konuşmalarını anlayamıyordu. Bir şeyden uzak durmasını söylediğini hissediyordu. Ama bilmiyordu. Adamın sesi silikleşti ve çocuk sudayken gördüğünden daha parlak bir ışık gördü. Elini dokunmak için uzattı. Bedeninin yandığını hissetti. 


Ve düşmeye başladı çocuk. Düşerken mavi gök silikleşiyordu. Etrafında uçuşan tüyleri görebiliyordu çocuk. Tüyler arttı. Etraf balmumu ile kaplandı ve çocuk tekrar sulara gömüldü. 


Bu sefer sırtından biri çekip kurtardı onu. "Kaptan" diyordu ses. "Şarkıları duydun. iyi misin*" Ne şarkısı duymuştu çocuk. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Bir gemiye çıkarttılar onu. Beli kılıçlı iri yarı adamların olduğu. "Evi arıyoruz." diye naralar atıyorlardı adamlar. Sesler arttı. Şarkıları duymaya başladı gerçekten çocuk. Ses yumuşak bir sesti. Dinledikçe dinleyesi geliyordu insanın. Sesin geldiği yöne döndü. Sis vardı. Her yeri sis bastı. Şarkı arttı. Leventler yok oldu. Koca gemide yapayalnız kalıverdi. Artık korkmuyordu. Büyülenmişti. "Büyük ben hiç kimseyim. Elinde kılıcı olmayan kahraman. Evi arayan yolcu. Zamanın gördüğü en zeki kişi. Korkulan. Korkulan. Korkulan. Korkulacak olan. Geleceği bilmek ister. Bir mızrak olacak son gördüğü. Çok sevdiği tahtının önünde. Korkulacak olan olacak tarihte. Kılıçsız kahraman. Bizi görmek isteyen meraklı, ya gömülürse tekrar sulara?" 


Şarkı bir anda bitti ve gemi  yok oldu. Çocuk boşluktan düşmeye başladı. Etrafında siyah tüller dönüyor cenaze çiçekleri uçuyordu ki bir anda durdu düşüşü. Sarp bir dağdaki dar bir geçitten zifiri karanlığa çıktı çocuk. "Seni bulacağım hiç kimse" sesleri "Seni bulacağım nerede olursan ol" diyen bir kadın sesine döndü. Sonrası karanlıktan daha karanlık ve derin bir sessizlik. 


İrkilerek karanlığa uyandı çocuk. Gökte hiç olmadığı kadar yıldız ve gümüş bir tabak gibi olan dolunay vardı. Her şey saçma ve ürpertici bir rüyaydı. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p