Ana içeriğe atla

Alman Tablosu (Bölüm 3)

 Isabella kaderlerin onun hakkında ne düşündüğünü uzun zaman önce anlamıştı. Depresyon. Kronik depresyon. Majör depresyondan daha hafiftir demişti doktoru. "Ancak daha tehlikelidir. Çünkü bir anda gelir ve majör  depresyona göre intihar oranı çok fazladır. Ve majör depresyona göre daha zor ve uzun zaman sonra geçer. Malesef uzun bir tedavi var önümüzde. Her şey size bağlı." Isabella ise kendisine bağlı olmasını istemiyordu. Zaten hayatı boyunca her şey ona bağlı olmuştu. Proje çocuk? Evet Isabella oydu ve ailesi bir şair olmasından dolayı pek memnun olmasalar gerekti. Isabella hayatında bir kez olsun bir başkasının omuzlarında olsun istiyordu. Kafası. Kesinlikle kafası da öyle. Tedavisi işe yaramıyordu. Daha da dibe battığını hissediyordu kadın. Artık bu iş bir son bulmalıydı. 


Aradan bir buçuk aya yakın zaman geçmişti. Kadının  önünde eriyip gitmesi hiç hoşuna gitmemişti adamın. Bir önceki akşam onun evine gitmişti. Arabasını karanlık sokağa park etmiş ve eski binaya girmişti. Perdeleri sıkı sıkı örtülü evde birbirlerine girmişlerdi. Tartışmışlar, tartışmışlar ve tartışmışlardı. Francis o kadar sinirlenmişti ki kadının iyi olmadığını hissetmesine rağmen çekip gitmişti. Ve işte şimdi kahverengi koltuğunda oturuyor ve gelen mektuba bakıyordu. Sabahın erken saatleriydi. Gün yeni yeni ışıyordu. Hayır hayır, bunu postacı getirmiş olamazdı. Birileri o bulsun diye bilerek oraya bırakmıştı sanki. Kanlı bir kelebek... Kanla çizilmiş bir kelebek... Ve altında bir şiir. 46 gündür mektup aldığı Keres'in şiiriydi bu. Güzel bir el yazısı ile yazılmıştı. 


"Kanatları kırıldı kadının.

Uzak diyarlara uçamadı bir daha. 

Babası küçükken demişti ona 

'Bir gün birlikte olacağız, 

Sonsuzluğu yaşayacağız ve o gün 

Sonsuza dek koşacağız' 

Kız anlamamıştı en başta

Küçüktü yaşı anlamak için acıyı 

Ölümü ve hayatı. 

Ancak şimdi anlıyor kız 

Ölüm yanında çünkü hiç olmadığı kadar yakın" 


Bir ölümle ilgili daha şiir. Bir ölümle dolu mısralar. Acı çeken bir kadının çığlığı, uçmaya çalışan kanadı kırık bir kuşun cıvıltısı. Ayağa kalktı Francis ve Isabella'nın evine doğru yola çıktı. Zarfın arkasında korkunç bir el yazısıyla, şiiri ve notu yazanların aynı kişi olduğuna inanmıyordu Francis, gel bul beni diyordu. "Bildiğin bir yerde suların altında saklıyım."


Francis evin önüne gelince kapıyı açtı cebinden çıkardığı anahtarla. Kimseler yok gibiydi. Ev sessizdi. Ürpertici bir sessizlik. Yasayan ruh yoktu sanki. Nefes alan yoktu. Evin kalbi durmuştu, atmıyordu. Francis'in ayak sesleri etrafta yankılanıyordu. Tüm boş odalara baktı adam. Hepsi boştu. Boynu bükük bir acı aynılık vardı. Yarım kalmışlık, aynılık ve üstü tozlanacak bir yaşam... Adam bunları hissetmesini aldığı şiire bağlarken bir yandan ıçindeki umudu söndürmemeye çalışıyordu. Umut boğazında kaldı banyoya girince. Zira Isabella'sının sarıya çalan sacları sol tarafından akan kanla kızıla boyanmıştı. Kapıya dayandı Francis. Gördüklerini sindirmeye çalıştı. Kehribar gözlü Isabella'sı ölmüştü, kafasından vurularak. Bedeni kristal gibi suyun içinde duruyordu. Hoş su da artık kristal gibi değildi. Kan olmuştu ve yakut gibi parlıyordu panjurlardan sızan güneş ışığında. Kendini toparlayınca zar zor ve aksak adımlarla küvete yaklaştı. Diz çöktü kan akmış yere. Dizleri kan olmuştu şimdi. Aldırmadı. Narince tuttu başından. Onu hep narince kavrardı çünkü onca Isabella soğuk kışa açan kardelendi. O zaman o da hercai mi oluyordu? Yüzünü buruşturdu. 


Söylence öyledir ki, uzun zaman önce, çiçeklerin hükümranlığı sırasında , birbirine aşık iki çiçek varmış. Bu iki çiçek sadece birbirlerinin olacağı bir zaman ve yer hayalî kurarlarmış. Sevgililerin en narini bir söz istemiş diğerinden. Sadece kışın açmak için. Ötekisi ne pahasına olursa olsun açacağına söz vermiş. Böylece kış gelmiş. Uçsuz bucaksız karların arasından , artık çiçeklerim hükümranlığı sönünce,  en narın sevgili basını karlardan yukarı uzatmış. Etrafına bakınmış. Bakınmış. Ve bakınmış. Ancak sevgilisini görememiş. Ölene kadar oradan durmus. Sonunda narin bedeni karların üzerine düşmüş. 

Kardelen demişler bu çiçeğe. Kardelen her sene bıkmadan sevgilisi Hercai' yi kışın beklemiş. Ancak ne pahasına olursa olsun diyen sevgili Hercai asla kışın açmaya cesaret edememiş. 


Sonra bu öyküyü kardelen bir gün bir ozanana anlatmış. Ozan da uzun seneler önce bu hikayeyi herkese söylemiş. Ve sözünde durmayan , cesaretsiz aşıklara hercai denmiş.


Şakağına sıkılan bir kurşun olduğunu görüyordu. Üzerindeki tül gecelige baktı. Kanla kaplı küvette gecelik kızarmış, gelinciğin yaprakları gibi açılmıştı. Zaten beyaz olan kadının teni daha da solmuştu. Sağ avuç için gözüne dokundu adamın. Kesilmişti. Hayır bir kaza gibi durmuyordu. Bilerek bir bıçak ile kesilmiş gibiydi. Ağladı Francis. Sevgilisinin ölümüne ağladı. Sevgilisinin saçlarını okşadı. Son defa kokladı. Ama korkusu ağır bastı ve koşarak kaçtı. Biliyordu ki söylerse ilk zanlı o olacak. Bu onu istemiyordu. Yapmadığı bir şey için her şeyini kaybedemezdi. Oradan kaçtı. Bulacaklarını düşünemiyordu. Zihni bulanmıştı. Peltek gibiydi. Sadece kaçması gerektiğine inanıyordu. Hollanda'ya... Belki. Belki o da sevgilisi gibi kendisini asmalıydı. Ya cinayetse?! Büyük ihtimal öyleydi. Isabella kendisini neden öldürsündü ki? 


Ayakları onu tekrar müzeye getirmişti. Açılmış görünmüyordu.. Ancak tanrı onu çağırıyordu ve diğer tanrılar da işin içindeydi. Tike ona yaverdi. Bu yeterdi. Kaderler o sabah adamın oraya girmesini istediler. Prometheus'un önüne gitmesini ve diz çökmesini  istediler. Francis de aynen öyle yaptı. Dizleri üzerine  çöktü. Avuçlarını birbirine bastırıp hıçkırdı. Konuşmak istiyordu. Konuşamıyordu. Hıçkırdı, hıçkırdı, hıçkırdı. Bazen konuşmaktan daha etkilidir tavırlar. Tanrı gencin hâline üzüldü. Belki dedi kendi kendine, o kadar kötü birisi değildir. Değildir ya. 


Francis öldüğünü hissediyordu. Bir gözünden ötekisine sakındığı sevgilisi ölmüştü. Öldürülmüş veya intihar etmişti. Dizlerini kendine çekip yerde ileri geri gitti geldi. Ne olurdu onu bırakmasaydı. Belki ölmezdi. Belki mani olurdu. Kabarık pişmanlıklar dosyasının en ön sayfasına bu gelmişti. "O gece o evi terk etmek." Derin derin soludu. " Ne yapmalıyım ah tanrım? Ne oldu bükmem gerek!" Prometheus gencin deli gibi arzuladığı şeyi görüyordu. "Zavallı." Diye geçirdi içinden. Yanında duran mozaik kutuyu açtı. Elpis'in ,umudun, ruhundan bir parça çekip gence verdi. Ona bu güç bir ömür yeterdi. Bu umutla bir ömür kızın ölümünü arayıp durabilirdi. 


Francis kendisini daha akli başında hissediyordu. Kalıbında asla dolmayacak bir boşluk olduğunun farkındaydı. Bu boşluk değildi. Bu yarım kalmışlıktı.  Francis yarım kalmıştı. Tekrar aşık da olsa kalbinin en ücra ucunda o yarım kalmışlık devam edecekti. Her köşeyi döndüğünde çırpınacaktı kalbi Isabella mı diye. Francis'in kalbi tarif edemeyeceği ağır duygular tarafından örselenirken Isabella'nın ruhu gitmemişti. Bazı ruhlar böylelerdir. Öte tarafa burada yarım kalan işleri olduğu için geçemezler. Hades bu ruhlara musade eder o işleri tamamlamaları için. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p