Ana içeriğe atla

Papatya

 Güneş eskiye göre daha sağlıklı olan çevrede batıyordu. Yine güneşi göremiyordum belki ama temiz bir hava soluyabiliyordum. Etraftaki evler değişmişti. Mimarlar sadece bir beton yığını yapmaktan vazgeçmiş olacaklar ki klasik mimariyi takip eder olmuşlardı. İnsanların yüzlerinde nefret, endişe, öfke veya hüzün yoktu artık. Kedilerin kuyruklarına teneke bağlayan çocuklar da. Yahut gençler birbirlerine zorbalık yapmıyordu. Güzellik kalıplarının kırılması adı altında yeni güzellik kalıpları aşılanmıyordu insanlara. Savaşlar bitmişti. Sadece tek bir yerde. Evet, dünya hatta evrenler arası barış vardı. Ama sanıldığı gibi asla değildi. Bu barış için feda edilenler olmuştu. 


Kötüler dedi tarih onlara. Onlar kendilerine fedakar. Var olmaları dengeyi sağlardı. İyilik ve kötülük. Tıpkı yaratılan her varlıkta olduğu gibi. İki öz. Aslında var olan her şeyin temelinde olan iki gerçeklik. Peki bu gerçeklikten dolayı kendilerine fedakar diyebilirler miydi? Zaten hayatın getirisi olan bir nedenden dolayı kendilerini kahraman ilan edebililer miydi? Bu doğru muydu? Aslında bir yerde doğruydu. Böyle doğmayı da böyle olmayı da çoğu kendisi seçmemişti. Kaderin sırf denge için onların omuzlarına yükledikleri bu ağır yükten kaynaklı insani vasıfları ve istekleri kocaman hapishaneler olmuş kentlerde kısıtlanmasını belki hiçbir insan hak etmezdi. Hak edenler var mıydı? Bu etik bir soru. Ahlak felsefesinin bir kısmına göre iyilik ve kötülük görecelidir ki bu doğru. İyilik veya bizim için iyi olan şey bir başkasının çıkarlarına uymuyorsa kötüdür. Tam da burada hak ve özgürlükler devreye giriyor ki bu da ahlak felsefesi ile çatışmaya neden olan bir gerçeklik. Bir insanın haklarının başladığı yerde senin özgürlüğün biter. Bu da bizi ahlak felsefesinin başka bir tezine yönlendiriyor, iyi olan şey başkalarına da iyiliği dokunan şeydir. Veya daha istisnasız hali ile çoğunluğa iyiliği dokunan şey iyidir. Yani kendimiz için iyi olan bir şeyi yaparken başkasına da iyiliğinin dokunup dokunmadığına bakmalıyız. Bu durumda insanın iradeye sahip bir varlık olduğu göz önüne alınırsa kötü olanların kötü olmayı seçmesi gerekçesi ile böyle bir hapishanede mahkum olma cezasını meşru kılar. Çünkü neredeyse yarısı olan hatta daha fazlası olan insanın hayatının kurtulması söz konusudur. 


Ancak kötü insanların da hakkı olan insancıl yaşama durumu emsali görülmemiş bir mahkemede, ki bu mahkeme doğruluk taşı ile yapılan bir büyüden sonra insanların taktığı maskelerin düşmesi ile ortaya çıkıp en zengin iş adamlarından birisi olan Adalwin Bey'in mirası ile hazırlanmış yeni dünya düzenindeki yüksek sarnıç evlerin herkesin göreceği şekilde insanların huzuruna sunulduktan sonra çıkan kavgalarda insanların ayrıştırılması ile yapılmış bir mahkemedir, yargılanması ile bu ceza daha doğrusu durum uygun görülmüş ise bu insanların hakkı yenmiş midir? Kendi iradeleri dışında yapılan eylemlerden insanlar mesul tutulabilir mi? Bu eylemler gerçek düzeni bozan insanları ortaya çıkartsa dahgi bu bir hak ihlali değil midir? 


Burada iki farklı durum söz konusu. Eğer iyiler kampı sakinlerinden bakarsak bu pekala yapılabilecek hukuki bir hamleydi. Emsalinin görülmesine de gerek yoktu. Ancak kötüler kampı sakinleri tarafından bakarsak bu kendi haklarından dünya barışı ve düzeni için kendi rızaları ile veya değil feragat etmek anlamına geliyordu ki bu nedenle de kendilerine fedakarlar dediler. 


Bu dünya düzeni olana kadar yaşadım ve yaşamaya da devam ediyorum. Her tan ağarışında ölen kardeşimi düşündüm. Kıskandığım ama ölesiye sevdiğim kardeşimi. Cennetten gelmiş kadar güzel olan kızları düşündüm. Ve umut ettim. Bu günleri... Sonra aşık oldum. Güzel bir papatyaya. Bir oğlum oldu ayaklarım dibinde ve olan her şeyi ona anlattım. anlatıyorum. Bugünlere nasıl geldiğimizi. Oğlum bana seslendi:


-Söylesene papatya baba, Ash'ı hâlâ bekliyor musun?


-O hayatımda gördüğüm en temiz adamdı. En masum. O cennet bahçelerini hak eden oydu. Kazandı. Aşk en güzel cennet bahçesidir. Bir varlık bir defa Eros'un altın oku ile vuruldu mu işi bitmiştir. Ama dahası vardı. Ash Eros'u görmüştü. Patricia Eros'u görmüştü. Kenneth ve Kinsey, Daniela ve Joseph... Eros'u görmüşlerdi. Eros'u gören aşıkların kaderinde ayrı düşmek vardır evlat. Ölümün ayırması vardır. Ama en çok da antlaşma yapacak hiçbir şeyi olmayanların. Kenneth'in vardı. Korkusu vardı. Kinsey'in vardı. Acıları vardı. Daniela'nın vardı. O bir defa aşkın panteri tarafından yaralanmıştı. Joseph'in vardı. Gururu vardı. Sınandı onlar ve kazandılar. Öte dünyada sonsuz bir birliktelik ve yaşam. Ama ne Ash'ın ne de Patricia'nın Eros'un tehdit edilecekleri bir şeyleri yoktu. Hayat o kadar acı vermişti ki onların omuzlarına onları kader dahi tehdit edemez olmuştu. 


-Peki ya kehanet? Avcı Orion'a söylenen. 


-Gideceksin kaçtığın kanlı elli aşığın önünde dizler üzerinde,


oradaki katmanlı şehrin yıkılmış surları aradığın cevap;


ölümün çığlığı ile karşılaşacaksın,altının ikizi okçu olanla. 


Adaşının kaderi senin kaderin, şarapçının laneti, 


Cassandra'da diyememişti kıyameti. 


Sessiz olanın dalgalardan var sorgucu,


dönen aşıktan kaçının.


Siyaha dönünce gece ve de ay ve de güneş sonsuz soğuk başlayacak tirada ve de ağıta.


Gelincik oğlan, kurt kız ve engerek karşılaşmamalı,


kanlardan nehir boğuyor dehayı. 


Aşık olan görecek sevdiğini ve de ebediyen kavuşacak hayaline 


ve de en sonunda gökteki ay gömülecek yere. 


Bu kehanet evlat, olacaklardı. 


Gözlerimin önüne yaşananlar geldikçe nefes alamadım. Ölecek gibi oldum ama ayakta kaldım. Geçen giden hiçbir şey bitmiyor, yerine daha acı bir boşluk bırakarak gidiyordu. Hayat buydu. Yaşam buydu. Gerçeklik buydu. Hayat her şeye rağmen keskin taşlarla kaplı yolda koşmaktı. Ayakların kan içinde kalsa da koşmaktı. Durursanız düşerdiniz, düşerseniz kalkamazdınız. Acınızı görmezden gelmeyi öğrenip koşmanız gerekiyordu. Narin papatya kalbim için öyle yaptım. 


-Eos elleri kana boyanmış gibi kızıl olan şafak tanrıçasıdır. Savaş tanrısı Ares'e aşık olmuştur. Eos utangaç, narin ve tatlı bir kadındır ki işveli Afrodit'in tam tersi özelliklerdir. Kaba saba gerçeğe hayal aşık olur. Ares de Eos'u sevmiştir ama Afrodit bunu kabul etmez. Eos'a lanet savurur. Her şafakta evlere girip genç erkeklere aşık olacaktır. Bu yüzden şafak olunca ışık bizi uyandırır. Burada geçen elleri kanlı aşık Eos'tur. Doğuyu gösterir. Yani doğuya gidilmedir. Aynı zamanda Sophia'nın krallığını göstermesi de muhtemel. Ancak olanlar ışığında bu düşük bir ihtimal. Kehanetler farklı katmanlıdır çünkü alt evrenlerde farklı hayatlar yaşanır. Bu hayatlarda da gerçekleşecek olan olayları kehanetler içermelidir. Bizim ana evrenlerden olan 78. evrenin bulunduğumuz alt evreninde olaylar bu şekilde ceryan etti. Doğuya gidilmesi gerektiği söylendi. Amerika'ya ve Avrupa'ya göre doğuda bulunan Türkiye'de yedi katmanlı şehir olarak geçen bir şehir bulunmakta. Çanakkale. yıkılmış surlar Truva'nın artık bulunmayan surları elbette. Ölümün çığlığı sessiz gelenlere bir atıf. Bizzat Kinsey'in lakaplarından birisi. Altının ikizi okçu olan ise Artemis elbette. Altın tanrı Apollon'un sembolüdür. Hatırlarsın ki Orion Kinsey'i Artemis'e benzetmişti. Adaşı Orion'du ki bunu anlatma gereği duymuyorum. Şarapçı, şarap tanrısı Dionysos'du. Tanrı aynı zamanda deliliğin tanrısıydı ve en ünlü laneti delilikti. Orion Kinsey'in ölümünden sonra delirmiş ve bir delilik ruhu olan manias olmuştu. Cassandra Truva'nın bir tahta at ile düşeceğini söyleyen ama kimsenin inanmadığı bir Apollok kahiniydi. Yani ünlü iki kahin de bu kıyameti diyemedi. Sessiz olan Daniela'ydı. Dalgalardan sorgucu olması hem ona hükmettiğini gösterirdi hem de o sorguç için o sorguç tarafından öldürüleceğini. Dönen aşık Joseph'di. Belli bir süre kızların içinde köstebeklik yapmıştı. Savaştaki herkes gece vakti öldü. Patricia'nın omuzlarına bir yük çöktü. Her gece zavallı kız ağıt ruhları olan bansheeler ile ağıt yaktı. Kurt kız Kinsey'di. Gelincik oğlan Ash ve engerek de Engelbertha. Onlar birlikte gittiklerinde Kinsey Penelope'yi öldürdü. Jackson'ın gelip resmi bir savaş çıkartmasına neden oldu. Eğer birlikte olmasalardı bunlar olmazdı belki de. Deha Kenneth Jones. Yaralandığında kan kusarak öldü. Aşık olan Victor'du. Ölümü hayal eden de oydu. Kavuşan, bu durumdan mutlu olan da o olmuştu. Ay Jackson'un en sevdiği şeydi. Dolunay bundan yedi yüzyıl önce her şeyi başlatan kadının ve eşinin hanedanlık sembolüydü. 


-Kimin? 


-Nooren Hanedanlığı'nın. Güçlü patrick ve karısı Germanialı Helen'in sembolüydü. Daha doğrusu tamamen Nooren Hanedanlığı'nın sembolüydü. Ancak o sembol önünde herkesin eğilmesini emreden bu iki kahramandı. Slywa Kehaneti'nin gerçek kahramanları. Ve o ay Jackson'un öldürülmesi ile batmıştı. Evet, Alec Westerburg ve Chlodhwig soyu olarak tahtta hak sahibiydi. Ancak o bu iki kişinin soyundan gelmiyordu. 


Göğe baktım. Güneş batmış, ay çıkmıştı. Son dördün. 


-Ay döner. Yaşamı temsil eder. Doğarsın, büyürsün, acı çekersin. En tepeye çıkarsın. Ama sonra seni indirirler oradan, batarsın. Ölürsün. Hayat budur. Roma İmparatorluğu'nu kuran Truvalı bir asildi. Bir Afrodit oğlu. Ve bu ayı sembol olarak seçen Nooren Hanedanlığı'nın en bilinen kraliçesi Parisa Helen Chlodhwig ya da namıdiğer Germenialı Helen adını Truva'yı yıkan, en güçlü tanrı lacivert saçlı Poseidon'un yaptığı surların tam on yıl dövülmesine neden olan iki aşıktan aldı. Paris ve Helen'den. Kaderi gelin gittiği hanedanlık arması ile aynıydı. Değişken ayın tüm sembolleri yani. 


-Onu mu anlatacaksın?


-Evet kardeşleri kardeş yapan, demir kraliçe, tarihte ilk defa imparatorlukların gözlemevine bir bilimadamı* olarak giren markiz, Germenia'nın en güçlü ve zeki komutanı, geçilemez denen denizi geçen amiralin karısı, 1. evrenin gördüğü en güçlü kraliçe... 78. evrendeki Elizabeth Tudor, Kanlı Mary, Mary queen of Scots, Catherine the Great, Catherine de Medici, Catherine of Aragon, Anne Nevile, Margeret Anjou, Isabbela of Castilya, Joanna of Castilya, İmparotoriçe Maude, Hürrem Sultan, Kleopatra, Kösem Sultan, Turhan Sultan, Mihrimah Sultan, Mahidevran Sultan, Safiye Sultan, Nurbanu Sultan, Elizabeth of York, Elizabeth Woodville ve daha nice kraliçeden daha güçlü, yenilmez ve tuttuğunu koparan bir kraliçeydi. Onu böyle ise hayat ve ailesi yapmıştı. 


Gökte yükselen ayı tamamen görebiliyordum artık. Aya baktığımda sarı saçlarını örüp üzerine bir zırh giymiş ve at sırtında savaşarak başkente arkadan saldıran sonrasında ise kalede kocası ile buluşan, anlatıldığı gücüne karşılık zayıf ve minyon, yumuşak hatlara sahip ancak bunun zıttı sert ve sinirli mizacı ile bilinen kraliçe Germenialı Helen gözlerimin önünde oynaşıyor ve bana selam veriyordu. 


*Bilimadamı: Adamkelimesi Adem'den türetilmiş türkçe bir sözcük olup insan anlamına gelir. Argoda sadece erkek anlamında kullanılarak anlamı daralmış olsa da burada insan anlamında kullanılmıştır. 


13.08.2022



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p