Karşısındaki tabloya bakıyordu genç adam. Yanında duran kadına bakmadan konuştu. Zira bakışlarını tablodan ayiramiyordu. Sanki bir büyü onu etkisi altına almıştı. "Sizce bir sanatçı neyden ilham alır? Yaşadıklarından yoksa inançlarından mı?"
Kadın gülümsedi. Adama döndü. "Ben şiirlerimde inançlarımdan ilham alıyorum. Çünkü şiir asil bir sanat dalıdır. Narindir. Yaşadıklarımız onun için fazla ağır. Hayaller, düşler... Şiir bunları anlatmak için var. Yoksa o kadar güzel düşleri nasıl iç giciklayici ve bize hissettirdiği gibi anlatabiliriz?" Adam başını salladı. Bu onu tatmin etmişti. "Ancak" diye devam etti "yaşadıklarımızı anlatmadan nasıl hayaller edinebilir ve bunu diğerlerine aktarabilirsin?" Kadın gözlerini tekrar tabloya dikti. "Kötü şeyler mi yaşadın, umudu yazarsın. Korkuyu yazarsın. Öfkeyi yazarsın. Umutsuzluğu yazarsın. Güzel bir hayat mi var önünde? O zaman çizdiğin resimleri bir suyun üzerine çizer gibi anlatırsın. Senin yasadigin şeylerin ağırlığını asil bir sanata yüklemeye ve başkalarına ilan etmene gerek yok" Genç adam sonunda bakışlarını tablodan çekip genç kadına cevirebildi. Gülümsedi. "Haklısın. Evet haklısın ama ben bunu anlayamacağım". Kadın basını yana eğdi. Böyle yapınca sarıya çalan kahverengi sacları omuzlarına döküldü. " Anlayamazsın. Çünkü sen bir yazarsın. Senin işin trajedi. Ölmek aşk, özgürlük, göz yaşı ve aksayan sistem için. Bunu yapmanın tek yolu da tüm gerçekliği ile trajediyi haykırmak nesirlerinde!" Gülümsedi adam ve kolunu kadına uzattı. Kadın zarifçe elini koluna koydu ve birlikte ilerlediler.
Bir misafir. Misafirleri vardı duygularının. Prometheus. Tablonun içinden izliyordu onları. Kadının umutsuzluğunu hissetmişti, adamın umuduna karşın. Yaşamıyordu kadın. Kullanılmış şanslar sezdi tanrı yalanların tapınağında. Sadece bir tabloya sıkışıp kalmış tapınağında... Gözleri önüne bir perde arkasından sızan görüntü ve kulaklarına cızırtılı eski bir plaktan çıkan ses geliyordu.
Isabella, diye ağladı genç adam arkasından baktığı kıza doğru. Lütfen diye yakardı ona. Bir şans daha. Kız gayet kendisinden emin konuştu. 'Sen o şansı çoktan kullandın Francis.' Genç dizleri üzerine düştü ellerini birleştirdi ve ona doğru salladı. 'Yalvararim kraliçem. Bırakma beni' ancak kızın yüzünde her şey için çok geç ifadesi vardı.
Ancak hicbir şey geç değilmiş gibi yanındaydı işte kadın erkeğin. Kalbi ondan kırık, ruhu indan yaralıydı. Aldatılış, Olimposlularin dahi kabul edemeyeceği yegane şeydi. Ondan değil miydi Tantalos'u cezalandırımaları? Kadına umut vermek istedi tanrı ancak artık kadının umuda dahi tutunamayacagini fark etti. Tüm Elpis' i dahi verse, Pancarı kutusunu hediye etse yine de kadın tutunamazdı. Çünkü ölüler umut edemezler. Kadın sadece kaderler tarafından zincire vurulmuş bir ruha sahip birisiydi. Kaderini gördü Prometheus ister istemez. Geleceği gören nadir tanrılardandı. Görürdü çünkü Kaderler onun çok acı çektiğini düşündüler ancak verdikleri bu güç onu daha çok acı nehrine düşürdü, oradan çıkamaz kıldı.
Kadın suyun dibinde yatıyordu. Kafasından akan kan suyu doldurmuş boğmuştu. Kadının sarıya çalan sacları etrafında dönüyordu. Tepesinde belli belirsiz bir figür vardı ama kimdi belli olmuyordu. Hissedemedi de Prometheus. Onun kim olduğunu fark edemedi de. Kadının bembeyaz teni daha da solmuştu. Hatta kısmen buz tutmuştu. Kadını senelerce boğan kader artık gerçek anlamda boğmuştu. Nefes almıyordu kadın. Asla almayacaktı da. Yasamak zaten nefes almak demek degil dusundu tanri. O kadın zaten yaşamıyordu.
Topuklu ayakkabılar asfalt zemini döverken yanındakine ayak uydurmaya calisiyordu kadin. Yanindaki adamı sevmiyordu peki neden hala yanındaydı? Bunun cevabı cok açık ya da kadın için fazla çetrefilli. Nedenini kendisi de bilmiyordu ve görmüyordu. Belki de yorulmuştu öyle yaşamaktan. Aldatılmadığını biliyordu. En azından fiilen. Peki ya onu görmezden gelmek, seviyor gibi yapmak da aldatmak değil miydi? Kandirmakti işte. Başka bir kadını severken kendisini seviyormuş gibi yapmasından ne farkı vardı ki? Sadece başkası onun yerine tercih edilmemişti o kadar. Adam daha duygularının farkında değildi. Alışkanlıklarını sevgi zannediyor, o yanından gidince oluşan boşluğa aşk diyordu. Ancak zannınca bunlar değildi hakiki olan. Hakikî olan Adam in alışkanlıklarına kulp bulmasıydı. Kadınsa gerçekleri istiyordu, her insan gibi.
Adam ne düşünürdü bilinmez. Çünkü o gün hicbir düşünmedi yazacağı kitaptan başka. Birkaç mektup üzerinden ilerleyen bir cinayet. Aslında iki kitaptan oluşacak olan serinin ikinci kitabıydı yazdığı yazı. Mektuplar vardı.
Bir gün bir kadının evine mektuplar gelmeye başlıyordu. Günlerce devam etti mektuplar gelmeye. Saçma ve yanlış gelmiş gibi duran mektuplar silsilesiydi. Kadın son mektupta gelene kadar anlamamıştı ne olduğunu. Ancak son mektup... Içinden bir çiçek çıkmıştı mektubun. Kanla çizilmiş bir gülün yüzle birlikte. Yüz ağlıyordu sanki. Gülerken ağlıyordu. Kadın neler olduğunu şaşırmıştı ve her gelen mektupta aklına takılan o soruyu tekrar sormuştu kendine. "Neden bazı harfler bu kadar büyük yazılmış?" En başlarda bunu paragraf başları diye umursamamıştı ancak eli o mektuplara tekrar gitmişti. Mektuplarda bu kanlı gülen yüzle ilgili bir ip ucu arıyordu. Geceler boyunca düşünmüştü. Düşünmüştü. Düşünmüştü. Gerçekler ise korkunçtu.
"Arka bahçene bak. Dehşetle yüzleş."
Neredeyse 30 gün boyunca devam eden mektupların verdiği ip ucu buydu.
Evet genç yazar artık bir sonraki kitabında ortaya çıkacak olan cesedi ve kızın bu cesetle ilgili olan araştırmasını anlatıyordu. Peki katil kim çıkıyordu? Yan komşuları Jones'lar. Klasik bir final olması içine pek sinmiyordu ancak bu şekilde havada kalmaz diye hissediyordu. Kolunda narince duran eli avcunun içine almıştı eve dönerken ve zor bırakmıştı.
Isabella o gece uyuyamadı. Bir o yana dondu bir yana. Içinde bir his vardı. Sanki ensesinde azrail duruyordu. Yatağından kalktı. Merdivenlerden indi. Gecenin karanlığını delen sadece kapalı beyaz perdelerden sızan ay ışığı ve bozuk sokak lambasiydi. Lambanın soluk ışığı titriyordu. Kadın perdesiz camlı mutfağa girdi ve kendisine bir kahve yapmaya karar verdi. Belki uçsuz gece ona ilham verebilirdi. Hayır kadın ilham istemiyordu. Ancak yine de kahvesini eline aldı ve son bir şeyler karalamak adına mutfaktan çıktı.
Genç adamın o sabah posta kutusuna bir mektup geldi. Anlamsız bir kaç dizeden oluşan kimden geldiği belli olmayan bir mektup. Sadece tek bir mahlas ilistirilmisti. Keres. Dizelere tekrar baktı adam. Bir rüyadan, karanlık bir ölümden ve kazadan bahsedilmekteydi. Neden kendisine geldiğini anlamadı. Omuzlarını silkti adam. Herhalde hayranlarından birisi onu değerlendirmesi için göndermişti. Ancak mahlas ilgisini çekmişti. Çektiği gibi de mektubu antika ahşap masasının çekmecesine atmış ve kalın mitoloji ansiklopedilerden, en sevdiği şeylerden birisi boş zamanlarında bu ansiklopedileri karistirmakti, "k" harfinin de içinde bulunan kısmını çekmişti. Sararmış sayfaları çevire çevire Keres'i bulmuştu.
Tanrıça Keres. Ölümün dişi hali. Cinayetler, kazalar, bogulmalar onun gücünün nisanesiydi. Bir insan neden kendisine böyle bir mahlas secsindi ki? Onun bir hayranı olduğuna emindi artık adam. Çünkü başka kimse Keres diye mahlas seçip yazdığı şiiri ona göndermezdi. Kitabı yerine koydu ve sevgili Isabella'sinin yanına gitti.
Kadın gece boyunca uyumamış şiir yazıp durmuştu. Ağrıyan bacaklarına iyi gelir umudu ile soğuk su ile doldurduğu küvete kıyafetleriyle girmişti. Bazen bacakları durduk yere ağrırdı. Duramazdı ağrısından. Şimdi ise sırsıklam olmuş beyaz geceliği ile panjurunu açtığı banyo penceresinden dışarıyı izliyordu. Göz altları mosmor ve akli bulanikti. Bir önceki günden daha bulanık hem de.
Kapı çaldığında kristal gibi suyun içine kafasını da sokmayı düşünüyordu. Küvetten yavaşça çıkmıştı. Elbisesi o kadar ağırdı ki ayakta durmakta zorlandı. Sonra ise sakince, sanki kapısı alacaklı gibi vurulmuyormus gibi, elbisesini sıkmış ve yavaş yavaş arkasında ıslak izler bırakarak kapıyı açmıştı.
Genç adam, Francis, karşısında Isabella'yi sırsıklam görünce kaşlarını çatmıştı. "Aklını kaybedip koşarak denize mi girdin yoksa tuvalet tanrısının saldirisina mi uğradın?" Kadın basını yana yatırdı. "Ağrılarım..." Daha fazla devam ettirmedi. Gerek de kalmadı çünkü Francis anlamıştı. Basını salladı ve elindeki kese kağıdını gösterdi."Bak sana ne aldım! Seversin. Biraz çörek ve kurabiye." Gülümsedi kadın. Isabella'nin en sevdiği şey tereyağlı çörekler ve tarçınlı kurabiyelerdi. Içeri buyur etti. Kendisine gelen üzerine kuru bir şeyler giymesi yönündeki tehlikeli ikazdan, değiştirmezse tüm kurabiyeleri yiyeceğini söylüyordu Francis, sonra üzerine kuru bir şeyler geçirip gelmiş ve mutfaktaki masaya oturmuşlardı. Adam demledigi çaydan bardaklara koyduktan sonra ona gülümsedi. "Afiyet olsun leydim" "Size de lordum." Bu Isabella'nin en sevdiği sözlerdi. Kendisini yeni cağda bir leydi gibi hissetmeyi severdi. Bazen saçlarını topuz yapıp bir taç kondururdu. Kabarık kolları olan elbisesi içinde döner döner dönerdi. Francis çöreğinden yerken kadının ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Onu seviyor muydu? Elbette diye cevapladı kendini. Sevmeseydim eğer neden yanında dururdum ki? Kız bakışlarını ona kaldırınca ise kalbi tekledi. Onun birkaç gündür kötü göründüğünü düşündü. Ancak elinden bir şey gelmiyordu. Gerçekten onu yanında tutmak öldürüyor muydu kızı? Bunu aklından kovaladı. Böyle bir şey ol6masını istemezdi. Neden sevdiği kadın yanında ölsündü ki hem? Istediği gibi bir adam olmaya çalışıyordu. Kalbini kazanmaya gerçekten çalışıyordu. Ancak içinden bir ses başaramıyorsun diyordu.
O gün tekrar aynı müzeye gittiler. Genç adam kadına tablonun ona ilham verdiği üzerine yalvarıp durmuştu. Kadın da kırmamıştı. Ve işte oradaydılar. Aynı tablonun, Prometheus'un, önünde. Ürperdiğini hissetti. Sanki tablonun gözleri vardı da onu izliyordu.
Evet dedi Prometheus." Görüyorum. Seni ve diğerlerini. Sizinle gurur duyuyorum. Ateşi verdigimden beri çok geliştiniz, gerçek birer tanrı oldunuz. Bir de doğa ana ile, sizden daha güçlü olan tanrıça ile, savaşmasanız." Gözleri tekrar kadını buldu. Daha soluktu bugün teni. Içi sızladı tanrının. Burkuldu. Keşke diye düşündü. Keşke Kaderler kaderini güzel örseydi güzel kızım.
Yorumlar
Yorum Gönder