Ana içeriğe atla

Cennetten Gelen

 Çok güzel bir kız karşımda duruyordu. Altın sarısı saçları beline kadar geliyordu. Bunlar bana

uzun zamandır gri, mavi, bazen pembe beyaz ama genelde soluk renkler ve özellikle siyah olan;

çoğunlukla dikdörtgen ama kare hatta bazen yarım daire şekillerini gördüğüm , gri bir toz ve sis

bulutu ile örtülü güneş ışıklarını anımsatmıştı. Üzerindeki mor elbisesinin uçları yerlere geliyor

ve benim solumaktan bunaldığım tozları ve de insanların acımasızca katlettiği yetmiyormuş gibi

bir de katlettikleri ve daha güzel dedikleri yerlere attığı çöpleri süpürüyordu. Bana baktı.


Merhametle ve de sevgiyle. Sanki onun için bir mucizeydim. O güzel kadın için. Sahi kaç

yaşındaydı acaba? Ben ,bir mucize olsa gerek, 2 kıştır buradaydım. yaşıyorum. O zalim

çocuklardan ellerindeki parlak kutuların esiri olmuş elleri çantalı zengin bey ve bayanlarda,

bazense sadece paraları yok diyerek benim ve buradaki nadir arkadaşlarımdan olan kuyruğu

olmayan kediye zarar vermek isteyen insanlardan kurtulmuştum. Boynum biraz büküktü ancak

hep o sisli ve kirli ışığı bir kez olsun görmek isterdim.




Tekrar Cennet'ten gelmiş kadar güzel kadına odaklandım. Altın kemerinde bir çift hançer vardı.

Yanına döndü. O sırada gördüm diğerlerini. Melek ,insanlar öyle diyorlardı sanırım, benim

gözlerimi kör etmişti. diğerleri de güzel güçlü ve asil duruyorlardı ancak kimse onun kadar

olamazdı. Hemen arkasında mavi bir elbise giymiş omuzlarına gri bir kürk atmış kısa boylu bir

kız vardı. Kız diğerlerinden daha gergin ve daha korkulası hatta bir bakıma tapılası duruyordu.

Eğer kemiklerim olsaydı titrerdim kesinlikle. Siyah saçlarını özenle örmüş ve iki omzuna atmıştı.

Yüzü ciddiydi ve kahverengi gözleri sanki alev almıştı. Athena'yı anımsattı bana:


-Fallon! Sana çok işimiz düşüyor. O kadar kişiyi bulmak senin görevin.


Fallon denilen tanrıça sese baktı. Baktığı yere ben de sessizce baktım. Kızıl saçlarını sıkı bir topuzla kamufule etmiş bir kız vardı. O saçların çok güzel olduğuna eminim. Ama asla göremedim. Asla çözmedi saçlarını. Üzerinde soluk kahverengi boğazı ve dirseklerinden itibaren kolları dantel işlemeli uzunca bir elbise giyiyordu. Yanımda yaşayan evsiz arkadaşım

Ash'ın anlattığı rahibeleri ve biraz da şaperonları getirmişti kadın aklıma. Sanki silik olmak için her şeyi yapardı. Kadın gülümsedi. Kahve gözlerinin yanları kırıştı.


Fallon asabice konuştu:


-Sophia! Sana da öyle. Hepimize öyle. Buraya boş bir amaç için gelmedik.


Arkalarından açık kahverengi saçlı bir kız yanıma doğru yaklaştı. Ne kadar zarif, naif ve harikaydı. Masmavi gözleri vardı. Kobalt mavisiydi tek gözü, diğeri ise platin. Böyle hem korkulası hem de dokunsanız ağlayacak gibi duruyordu. Üzerinde pembenin en güzel tonunda

kat kat bir elbise vardı. Omuzlarını biraz açıkta bırakıyordu ancak kız üzerine vişne renginde bir şal almıştı.


Vişneyi iyi bilirim. Anneannemin vişne ağacıyla olan arkadaşlığını anlatmıştı annem küçükken. Dediğine göre burada o dönemde yaşlı bir vişne ağacı varmış. Anneannem anneme bir sürü anısını anlatmıştı. En üzücü olanıysa o yaşlı ağacın birkaç ay dahi iş yapamayacak ve sonrasında terk edilecek bir akıl hastanesi yapımı için kesileceği idi. Anneannem de o

kesimlerde ölmüştü. Ancak annem birkaç santimle kurtarmıştı. 


Ben ilk topraktan, daha doğrusu

kireçler ile örülü bir ağdan kafamı çıkardıktan birkaç hafta sonra bir çocuk annesinin mutlu olması için benim annemi koparıp öldürmüş, annesine uzatmıştı. Ancak gaddar kadın çocuğunun eline pis olduğu gerekçesiyle şöyle bir vurmuş ve düşen, acı çeken annemi topuğuyla ezmişti. Ağlamak isterdim tam o anda. Bir kez olsun insan olmak. Annem ölmüştü. Bir

hiç uğruna. Orada annesi onun canını yaktı, azarladı ve eminim ki ilgi göstermediği için ağlayan sevgiye muhtaç 6 yaşındaki çocuk gibi hıçkırarak. Annesi ise sanki daha demin bir günah işlememiş gibi elindeki o somon renginde parlayan ince kutuya dönmüş ve çocuğunu yarı çekerek yarı sürükleyerek ilerlemeye başlamıştı.


O çocukla bir kış sonra tekrar karşılaştık. Bu sefer yanımda o zamanlar bir yavru ve o zamanlar kuyruğu olan kedi vardı. Annesini tanımıyordu. Anlattığına göre pet shop denen bir yerden onu insan ailesi almış. Onları ailesi bellemiş. Ancak evin oğlu bir zaman sonra onu unutmuş. Hatta bazenleri yemek dahi vermez olmuş. Evin annesi,uzun bir zaman kendi annesi bellediği güzel ve zengin bayan, eğer bakamayacak ise başka bir yuva bulmaları gerektiğini söylemiş. En başından beri onu sevmeyen evin babası ise onu buraya atıp gelmiş. Buraya atıldığında hala yavruydu. Adını unutmuş ve korkmuştu. Ash evsiz olabilirdi ancak diğerleri gibi kalpsiz değildi. Bulduğu her yemeği yavru kediyle paylaşır suyu bana verirdi. Onu gördüğünde ne kadar mutlu olduğunu ve o soğuktan üşümesin diye kabanının bir parçasını kestiğini, hatta çoğunlukla cebinde gezdirdiğini düşündü. Sadece o gün onu yanıma bırakmıştı. O gün de...


O kadının oğlu geldi. Tam bir kış sonra. Onu tanıdım ve iyi yürekli olduğunu umdum. Kediyi önce sevmişti. Sonra ise arkasında sırtı çantalı arkadaşları geldi. Kuyruğuna teneke bağladılar ve koşturmaya başladılar. Ash ile akşama kadar onu bekledik. En sonunda yanımıza perişan olmuş kuyruğu neredeyse kopmuş küçük dostumuz geldi. Ash onu görünce ağlamıştı. Onu doktora bile götürmeyi denediğini hatırlıyorum. Onları asla kabul etmediler gözleri para bürümüş kalpsiz insanlar. Ash ona gelincik derdi. Gelincik ise onun suçu olmadığını göstermek için o her ona ağladığında ona sokulur ve öperdi. O gün anlamıştım insanların kalpleri temiz insanları

nasıl yok ettiklerini. Siyah kalpli insanlar neler olduğunun gayet farkında olsalar da başkası çıkar 

diyerek hep oradan kaçmış ve kalpleri bembeyaz çocukları siyah ile zehirlemişlerdi.


Acımasızcaydı.


Şu anda korkuyordum bu 4 güzel kadından. Yanımda Ash yoktu. Ya koparırlarsa?


Demeye kalmamıştı. En güzelleri, sarışın olan, beni koparmış ve cebine atmıştı.


-Ah tanrım ölüyorum! Cennet'inde bir papatya için yer vardır değil mi? Son bir kez veda etseydim keşke Ash'e. Ash benim can dostum. Ölüyorum. İnsanlar neden sevdiklerini yok ediyorlar. Benciller. Oysa emindim ben bu kızın beni sevdiğine. Yemin dahi ederdim.


Titreyerek etrafıma bakındım. Hayır hayır. Ölmemiştim. Ama... Kardeşim. Ikiz kardeşim ölmüştü.

Hemen yanımda duran. Benim bedenim ile birlikte yaşayan. Yoktu ölmüştü. Evet onu hep kıskanırdım. Çünkü onu annemiz hep daha çok severdi. Benden daha uzundu ve biraz olsun ışık alırdı. Doğan güneşi görürdü. Yine de ölmesini isteyeceğim son kişiydi. Kardeşimdi.


Özleyeceğim seni kardeşim.


-Hey, siz! Ne yapıyorsunuz orada?


Sevgili kiz kardeşim Patricia sese doğru döndü. Ve biz de. Sesin sahibi siyah saçlı birkaç kat eski püskü gömlek ve yırtılmış ,büyük ihtimal çalınmış, bir kot giyen delikanlıydı. 20'lerinin ortasında gözüküyordu. Çok yakışıklıydı. Çikolata renginde gözleri sanki her zaman şefkatle parlıyordu. Gözleri yanındaki kırışıklıklar bu durumuna karşı hep güldüğünü gösteriyordu. Yüzü kirlenmişti, üstü de. Ama yıpranmış paltosunun cebinde bir şey kımıldıyordu. Cebinden bir kedi başını uzattı. Simsiyahtı kedi. Gecenin kedisi gibiydi. Delikanlı yaralı ellerinde biraz su tutuyordu. Az önce papatyaların durduğu yere ilerleyip eğildi. Ancak suyu dökecekken papatyalardan birini göremedi. Etrafına bakınmaya başladı. Ya aklı sarışın kadından bulanmıştı ya da burada durması gereken papatyalardan biri yoktu. Patricia'nın kopardığı papatya.


-Papatya...


Çatlamış dudaklarını zorlukla oynatarak.


-O nerede?


-Gitti. dedi Daniela.


-Nereye?


-Tanrının Cennet'ine.


Gözleri doldu delikanlının.

-Belki evet belki hayır ancak o küçük ve daha yavruyken kuyruğunu kopardılar ben de o da


hassasız.


Patricia her neyse der gibi elini salladı.


-Anladım, neyse ne.


Sessizce etrafıma bakındım. Bu plan saçmaydı ve de gereksiz. Ancak sessizliğimi korudum. Kürküme biraz daha sarındım. Bu boyut hep böyle soğuk muydu. Patricia'ya baktım:


-Gitmemiz gerek. Malûm benim işlerim fazla.


Dedim Sophia'ya bakarak.


-Mızıldanma Kinsey!


Patricia gülümsüyordu. Onu gülümsettim mi? Aman ne güzel. Avcılarıydım simdi de soytarıları oldum.


-Hadi ama Fallon. Bu konularda en iyi sensin.


Danila mırıldandı:


-Kinsey haklı. Gitmeliyiz. Haydi.


Uzun caddeler boyunca yürümeye başladık. Evlerin bahçeleri boyunca veya sokaklarda duran

ağaçlarda açan çiçekler arasında yürümeye başladık. Hava ılıktı. Yumuşak rüzgar saçlarımı okşuyordu. İlerledik ve ilerledik. Patricia'nin tuttuğu eve kadar. Ancak aklımdan hic çıkmadı o papatya. Nedense aklım orada boynu bükük papatyada kalmıştı.




*28 Mayıs 2020*


sonraki bölüm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p