Pencereden dışarı baktım. Yağmur oklar gibi penceriye vuruyor, onları dövüyordu. İçindeki öfkeyi adeta boşaltmak istiyordu. Zaten nedensizce (!) karanlık olan hava daha da kararmıştı. Gece arabası erken gelmiş gibiydi gök. Yanardağ püskürmüş gibiydi. Pencerenin hemen önündeki koltuğa oturdum ve pencereden dışarı bakmaya devam ettim. İnsanlar ne kadar gariplerdi. Cansız şemsiyeler ile oradan oraya gidiyor birbirlerine soğuk bakışlar atıyor, o bakışları tutuyordu. Biraz neşe katan ve hayat belirtisi gösteren şeyler kesinlikle gençlerdi. Suskun ve boynu bükük parklarından, çocukluklarından kopamamış oralarda zaman geçiriyor, gülüyor ve şakalar yapıyorlardı. Rengarenk giyiniyor ve yetişkin olduklarında işleri başındayken geçmişe bakıp 'Çok güzel eğlendim. Keşke o yaşımda olsaydım.' diyecekleri anılar biriktiriyorlar. Soğuk hava bana evimi anımsatmıştı. Kalemizin soğuk duvarları, pencerenin soğuk pervazları, soğuk ve boş odalar hatta kısmen soğuk yataklar ve geceler ve rüyalar... Bana hep böyle gelmiştir. Güzel olmayan bir nimfaydım ben. Kirke... Büyüsünü aşkından yapan, aşkından güzelliği ile ünlü Scylla'yı canavara dönüştüren. Ne oldu? En tapılası büyücü oldu. Kız kardeşi onu kıskandığı ve tahtından ettiği için Minator'u doğurdu. Ah Theseus... Zafer sarhoşluğu ile siyah yelken açan ve de kralın üzüntüden ölümünün sebebi. Şimdi kralın bedeni adıyla anılan denizin dibinde bir yerde hala acı ile kıvranıyor. Daniela'nın huzur verdiği ve de ait olduğu suların içinde, Patricia'nın saldığı, hükmettiği acıyla bir tanrı Poseidon'un huzurunda sonsuz bir zindan ve de ıstırap.
-Çok garipler değil mi?
-Her şeyi yanlış anlayıp kavga çıkarmakta üstlerine yok. Kendilerine insan demeleri de bunun kanıtı.
Başını okuduğu kitaba gömdü. Ne okuyordu seçemiyordum. Tanrılarla mı ilgiydi, filozoflarla mı? Yoksa sadece öylesine ünlü bir kitap mıydı? O kadar akıcı görünüyordu ki ablam Patricia'yı bile etkisine almıştı. Sadece burnu havadalığından ve de taç için olan açlığından bize nefret etmesi nedeniyle öyle davranıyordu.
-Ne okuyorsun?
Daniela meraklanmıştı. Sophia hala bir köşede işleme yapıyor, kendine bir kapsüle hapsedip koruyucusu ile konuşuyordu. Her zaman leydilik veya sosyete kurallarını hiçe sayan Daniela biraz daha uzanmış herhangi bir taşralıyı andırıyordu. Patricia'nın tam tersiydi. Aslına bakarsanız su gibi uyumlu,değişken, yatıştırıcı ve de vurdumduymaz tavırları ile hep bizden farklıydı. Yumuşak huyları ve size her baktığında değer verdiğini anladınız farklı renk gözlerinde kaybolur, ondan size ninniler söylemesini isterdiniz.
-Tanrılarla ilgili bir kitap okuyorum.
-Tanrılarla ilgili mi? Hani bu bir dağın tepesinde yaşayan, gökyüzünde sarayları olanlardan mı?
Patricia Daniela'nın bu söylediği söze güldü.
-Evet onlardan. Aslında bizim evrenimizde de bu şekilde efsaneler yok mu?
Daniela omuzlarını silkti.
-Varlar ama ben senin kadar ilgilenmiyorum. Bunu biliyorsun.
Patricia gözlerini devirdi.
-Evet sen daha çok taşrada durmaktan, dans etmekten hoşlanıyorsun.
-Peki, tam olarak ne anlatıyor? Yani şu anda okuduğun hangi tanrının efsanesi?
- Prometheus, -diye cevapladı Patricia onu.-Prometheus anlatılanlara göre Olimpos Dağından köz bir ateş çalıp insanlığa vermiş. İnsanlar o ateşten önce birer böcek gibilermiş. Karanlıktan korkar, saklanır ,soğuktan titrer ve ölürlermiş. Gelişemez ,fark edemezlermiş. Aslında tanrılar bundan gayet memnunmuş. Çünkü insanların yaptığı tek şey bir şey bilmediklerinden dolayı tanrılara yakarmakmış. Tanrıları tanrı yapan şey o zamanlar ateşmiş. Çünkü ateşin var olması tanrıları ilerleten bir gerçekmiş. Tanrılar sonradan bulmamışlar bununla bir doğmuşlar aslında. Hyperyon doğduktan sonra, Hemera ve Aether ve Helios ve Apollon, Hepheistos ve daha nicesi doğduğunda.Aslında Tanrıların elinde her zaman için ateş varmış. Hestia Olimpos Dağı'ndaki ocağın başında otururmuş. O ocak ve evin tanrıçasıymış. Orta yolmuş, orta noktaymış. Onun yanında kimse kavga edemezmiş. Onun yanında kimse yalan söyleyemez, kimse bir tarafta bulunamazmış. Prometheus insanı yarattığı yazar. Bazı efsanelerde söylenen o ki nehir kenarında çamurla oynarken bir tanrıya benzer figür yaratmış. Buna üflemiş. O yüzden insanları her zaman için çok severmiş. Onlara ateşi de bu yüzden vermiş. Bir gün Olimpos Dağı'nda verilen bir şenlikte Hestia'nın yanına oturmuş. Hestia ile birbirlerini çok iyi tanırlarmış. Bir kereviz sapının içine bir köz koymuş Prometheus. Hestia bunu görmüş ancak susmaya karar vermiş. Çünkü o iyi niyetli ve seveceğim bir tanrıçaymış. İnsanlığa Prometheus ateşi verdikten sonra ise Zeus köpürmüş. Bu insanların ilerleyeceği anlamına gelirmiş ancak Zeus'u yatıştıran kişiler ise Hermes ve Athena olmuş. Onlar Olimpos'un iki kalbiymiş, iki beyniymiş. Athena çarpık mantıksal zekayı temsil ederken Hermes kurnazlığı temsil edermiş. Bir elmanın iki yarısı, bir ying yangın kısımları gibi birlerlermiş. Birbirlerini tamamlarlar, Olimpos'u Olimpos yaparlarmış. Bu iki sağ kolu Zeus'a gidip "Bunu aslında kendi lehimize çevirebiliriz.Eğer insanlar gelişirse bize daha iyi taparlar. İnsanlar gelişirse biz de gelişiriz. Belki biz daha da yücelebiliriz." demişler. Zeus'un aklına yatmış. İnsanlar geliştikçe ve güzelleştikçe Zeus bunun kaymağını çok fazla kez yemiş. Çünkü ilk çocukları Tantalos olmak üzere dünyanın en büyük kahramanlarını ,en bilinen yöneticilerini, en bilinen efsaneler zincirlerini oluşturacak olan halkalar ve soy Zeus'un soyuymuş. Biricik karısı Hera ise asla hoşlanmamış.
Pekâlâ. Bu efsaneyi çok seviyorsun değil mi?
- Tabii ki çok seviyorum, dedi Patricia. Bizi hatırlatıyor belki de biz tanrıyızdır.
Sophia buna güldü.
-Bunu pek zannetmiyorum. Biz o kadar güçlü değiliz, diye yanıtladı. Patricia ise kitabını kapatıp kenara koydu ve bana baktı. Gözlerinin içinde ki o parıltıyı gördüğümde donup kaldım. Bu ablamın genelde gözlerinin içinde olan parıltıydı farklı olan ise sanki daha da körüklenmiş gibiydi. Ardından buz gibi bakışlarını Sophia'ya çevirdi:
-Zamanında bunu Apollon da Eros'a söylemişti. Onun iyi bir okçu olmadığını, düşük bir tanrı olduğunu, kendisininse bir ilaha yakışır derecede kutsal olduğunu. Eros onu sonsuz ve ulaşılamaz bir aşkla lanetledi. Eros aşkın tanrısıydı. Sırtındaki sadakta kurşundan ve altından notlar taşırdı. Kurşunlu oklar var olan bütün duyguları çekip alırken altına oklar ise aşk körüklerdi. Var olan hiçbir şeyi yok edemez, olmayan bir şeydi asla var edemezdi. Eros bir gün Apollon ile karşılaştı. Apollon onunla dalga geçti. Onun en iyi okçu olduğunu söyledi. Aslında bunu hep yapardı. Sırtından, sadağından, bir tane kikloplarca dövülmüş altın bir ok çekti. Apollon ışık oklarını ve yayına gerdiği gibi attı. Gözle görülemeyecek kadar uzaktaki bir karaltıya vurmuştu. Ardından gülümsedi. "Ben bu evrende ve bu alemde olan en iyi okçuyum. Benimle yarışabilecek olan tek kişi ikiz kız kardeşim avcılık tanrıçası Artemis'tir." Eros bunun üzerine sinirlenmiş. Apollon altın koşumlu at arabasına atlayıp gittiğinde, aşağının da kızların yanına vardığında ise bir sevgi sezmiş. Apollon'un Daphne'den hoşlandığını fark etmişti. Daphne de tanrıya karşı boş değilmiş. Aslında birbirlerini görseler de bunların hiçbirisi yaşanmazdı ancak Eros onlardan hızlı davrandı. Altın okunu Apollan'a attı. Kurşun ise Daphne'ye... Apollon durdurulamaz bir sevgiyle Daphne'ye bağlandı. Daphne ondan nefret etti ve kaçmaya başladı. Bir uçurumun ağzına geldiği zaman ağlıyordu ve bağırdı. "Lütfen duyun sesimi. Yardım edin!" Olimpos'takiler veya diğer tanrıları onu duymadı. Titanlar da. Duyan bir kişi vardı. Toprak Ana Gaia. Toprak Ana bu dileğini kabul etti. Değişik bir şekilde. Daphne bir defne ağacına çevirdi. Apollon ise bu değişimi ancak kolunu onun bedenine sardığında fark etti. Bir defne ağacına sarılıyordu. Defne ağacından yapraklar düştü. Orayı asla terk etmedi ta ki Nike gelene kadar. Nike geldiği zaman ondan zaferi kazanan için iyi bir hediye vermesini istedi. Nike zafer tanrıçasıydı. Mağarur altından kanatları vardı. Apollon gülümsedi. Cevabı verdi. " Sana aşkımı vereceğim. Nike onu kazananın başına tak." Defne yapraklarından bir taç yapıp Nike'a uzattı. Defne yapraklarından taç bu zamandan sonra bir zafer sembolü oldu. Ardından Roma'ya bir imparatorluk sembolü, güç sembolü olarak taşındı.
-Pekala, bundan ne anlamalıyız?
-Seni zeki sanırdım Kinsey, dedi bana ardından devam etti. Ama sordun cevaplayayım; Eros'u görmek için, yani gerçek aşkı, gerçekten tanımak için bir şey feda etmek zorundasınızdır. Elle tutabilmek için, yanınızda olması için ,her şey için... Eros kaçılamaz olan bir gerçektir. Başka bir hikaye anlatmak gerekirse, Eros'un eşi Pscyhe kocasını görmemek üzere söz vermişti. Çünkü görürse onu kıskanan annesi Afrodit onu öldürecekti. Pscyhe merakına yenildi ve hamile olmasına karşın Eros'a baktı. Eros buna çok sinirlendi. Artık onu koruyamayacaktı ve artık onun yanında bulunamayacaktır. Bu yüzden uçup gitti. Pscyhe vazgeçmedi. Onun peşinden gitti. Afrodit'i aramaya başladı. Kıbrıs Sarayına ulaştığında ise Eros korkunç bir kederle kaplıydı. Omzundaki mumun yarası asla geçmemişti eşinin gidişinden sonra. Pscyhe'nin sesini duyduğunda ise çok mutlu olmuştu. Çıkmak ve orada görünmek istemişti. Omzundaki yara o kadar fazla ağrımıştı ki bunu yapamamıştı. Annesi ise onun burada kalabileceğini söylemişti. Ona çok zor görevler vermişti. Yapılması imkansız olan görevler... Hepsini başarıyla tamamlamıştı. Bir tane hariç. O görevde ise Persephone'den bir hediye istemişti. Persephone hediye vermek yerine ona ölümü hediye etmişti. Aslında ölüm değildir var olan şey, sonsuz uykudur. Kutunun içinin asla açılmaması gerekmektedir. Afrodit'e açsaydı bu hediye ne yapardı bilinmez ancak Pscyhe ölümcül Bir uykuya hapsoldu. Bunu öğrenen Eros kucağına katısını aldığı gibi Olimpos'a gitti ve adalet istiyorum diyerekten bağırdı. Zeus adalet dağıtmayı seven birisi değildir. O tanrı Hades veya Nemesis veya Themis değildir çünkü. Buna karşın Eros'tan Zeus korkar. Gerçek aşktan... Bu yüzden kızı bir tanrıçaya çevirdi. Yani demem o ki aşkı görmek için bir fedakarlık gerekir. Aşk ölümcüldür. Aşk dünyadaki en güzel şey olduğu gibi kişiyi için için kemiren bir kurttur. Sonsuza da kemirecek olan. Kalbi sızlatacak olan. Öldürecek olan. Yaşatacak olan. Kanatlarını kaybettirecek olan, aklını kaybettirecek olan, sözlerini, gözlerini, gerçekliğini ,benliğini, ruhunu ,her şeyini kaybettirecek olan... Sonsuza dek bekletecek olan, onun için yaşayacak olan...
- Pekâlâ ölüm ne alaka? Aşk nasıl öldürebilir?
Bunun üzerine bir kez daha güldü.
-Eros'un ikizi olaraktan söylenen bir tanrı vardır. Gerçek ikiz değillerdir. Aslında bu sadece bir metafordur. Thanatos yani ölüm meleği... Ölüm meleğinin gerçek ikizi Hypnos'dur Thanatos, Erebus ve Nyx'in oğludur. Gecenin ve de karanlığın. Bu tanrılar ve çocukları hep lanetli olaraktan geçmişlerdir. Güçleri o kadar fazla, o kadar kudretlidir. Derler ki herkes onlardan korkar. Bütün Olimpos ,bütün varlıklar, bütün aklınıza gelebilecek olan herkes. İlkel ilk 6 tanrıdan tahtlarını koruyabilen sadece o ikisidir. Erebus en geniş krallığa sahiptir. Gökten Kaos boşluğuna kadar uzanan sonsuz karanlık... Nyx ise geceleri gece örtüsünü çeken ve kötülüğün anası olarak geçen bir tanrıçadır. Yıldızlarla bezeli ve en güzel tanrıça... O kadar güçlüdür ki Hypnos bu güce güvenir ve bir gün anlaştığı üzere Zeus'u uyutur. Zeus Uyandığında çok sinirlenir. Hypnos'un peşine düşer. Aslında Hypnos'la baş edebilecek güçte değildir. Hypnos onunla uğraşmak istememektedir. Bu yüzden evine yani Nyx'in köşküne geri döner. Zeus saraya giremez. Bırakın Tarsus'a girmeyi Hades'in yanına dahi gelemez.Kaldı ki Zeus'un karşındaki kişi Gecenin güzel tanrıçası Nyx'ten başkası değildir. Güzel ve kudretli ya da korkutucu... Thanatos ise Hypnos'dan farklı olaraktan gerçekten bir korku yaymaktadır. Hades'in yanında çalışan bir ölüm meleğidir. Onun simsiyah kanatları vardır. Tıpkı Eros'unkiler gibi ve Aslında her zaman için yanı başınızdadır. Verdiğiniz her kararda yanınızda biter. Soğuk nefesini ensenizde hissedersiniz ve ondan asla kaçamazsınız. Hele hele sonunda ölüm olduğunu bildiğiniz,alakanız olmayan kişileri kurtarmak için geldiğiniz bir evrende.
Bu söz bize gelmişti. Dördümüz birden bunu çok iyi biliyorduk. Buraya gerçekten de bunun için gelmiş gibi hissettim. İnsanlığa ateşi vermek için ve ateşi verirken ölmek için. Biraz daha hafızamı zorladığım zaman Prometheus'un sonu geldi. Sonsuz ve ölümcül bir acıya mahkum edilmişti. Bir tanrı olduğundan dolayı ölemezdi. Her gün zincirlendiği kayaya bir kartal gelir karaciğerini didiklerdi. Aslında ölümdü. Ölümün gerçek yüzüydü. Ancak Eros'un ne anlama geldiğini anlamadım. Eros'u görmek için neler vereceğimizi de. Bunu bilebilecek miydim bilmiyorum.
Ardından Daniela doğruldu. Patricia'nın hemen yanına ,koltuğun kolçağın oturup elini koltuğun sırtına dayadı.
-Bunlar çok güzel hikayeler Patricia. Aslında bakıldığı zaman neden bunlarla ilgilendiğini anlayabiliyorum.
Şen bir kahkaha attı. Patricia buna biraz bozulmuştu. Bu konulara gerçekten takıntılıydı. Dilini asla tutmazdı tutmadı da.
- Dünya daha doğrusu bu evren sana iyi gelmemiş demek ki Daniela. Kim olduğunu unutmuşsun.
-Ben kim olduğumu unutmadım. Hala daha Daniela'yım.
-Evet evet unutmuşsun. Çünkü sen sadece Daniela değilsin. Unutma bizler 78.evrenin prensesleriyiz. (Evren değiştirilince gelinen boyut geldiğimiz boyut olur)
Patricia hep katıydı. her zaman öyle oldu. Maskesinin altında gerçek bir yılan vardı. Acımasızdı ve sizi sokacak doğru zamanı beklerdi. Doğru. O senelerce 78. evren (Açıklamaya gerek görmüyorum. )prensesiydi. Asla kendini eğitmek için zaman harcamamıştı.Tek merakı ben bu evrenleri bulduktan sonra ademoğlunu,kendi saçma terim kavgalarından doğru insan diyorlardı. Oysa oğul evlat demekti ama ne yaparsınız, incelemeye adamış ve biraz olsun onları anlamıştı. O öyle düşünüyordu. Biz de ses etmemiştik ama bu fazlaydı. Onu buraya patron olarak getirmemiştik. Kanun kaçağı olalım diyen de olmamıştı. Buraya gelirken sözünü dinledik diye başımıza Hitler kesilecekti kesinlikle. Sadece birkaç gün yeterli olurdu.
Kim olduğunu sanıyordu? Onun bu tavırlarından gerçekten bıkmıştım. Saygısız...
Sessiz kalmak istedim bunu gerçekten tüm kalbimle denedim. 178 evren adına susmalıyım. Bulduğum her evren birbirinden kötüye ve de saçma ışımalar yapmaya başlaması buraya gelmemin başlıca sebebiydi. 178 evrenden, ne kadar kötü ışımanın kaynağı bu evren olsa da, sicim teorisini doğru bir şekilde yürüten tek evrendi burası. Bilim adına gelişmiş ve gelişmeye devam eden. İçinde bir umut taşıyan. Yürekli insanların, cesur ve de umutları paramparça olsa dahi yeni bir karada tekrar umut yeşerten denizcilerin, bir kap su veren ve hayvanları koruyan insanların, bir şeyler yapmak bozuk düzene karşı düzeltmek için savaşanların ve hatta düşünenlerin olduğu tek evrendi burası. Yaptığımız konuşma sonrasında düşününce bir kez daha emin oldum. Biz de onlara biraz cennetten ışık vermeye gelmiştik. Aynı Prometheus'un ateşi zavallı ve korkak insanlara verip onları tanrılar seviyesine çıkartması gibi. Sırf bu yüzden susmalıydım. Ama susmadım. Başkası olsaydım da susmazdım.
-Bize çemkirmekten ve de kızmaktan, kendi kalıplara sokmaktan vazgeç Elizabeth!
O, ona küçük adıyla seslenmemizden nefret ederdi. Küçükken onu yetiştiren Nana'nın ona öyle seslendiğini ve o öldükten sonra da kimsenin ona öyle seslenmesine dayanamadığını söylerdi. O kadın bizi de eğitmişti. Daha doğrusu benim çocukluğum tam bir işkenceydi. Herkes bu isteğini yerine getirirdi. Ben hariç. Çünkü asla itaat eden birisi olmadım. Ormanda at sürerken karşılaştığım eski bir arkadaşım bana yalçın kayalar gibi olduğumu, kimsenin bana yaklaşmaya cesaret edemediğini ama aslında yorgunsa eğer dinlenebileceği en iyi yer olduğumu söylemişti.
Patricia baya bir kızmış görünüyordu ancak ben asla eğilmez, af dilemez,yakarmazdım. Dimdik ve gururla durmaya devam ettim.
O ise sağ elini geriye doğru gerdi. Onun elini germesi ile bedenim öne doğru sanki iplerle tutulan bir kukla misali durdu.Acı... Acı çekiyordum. Keşke şu lanet güçlerden benim de olsaydı. Acaba annem ve babam 'bu son çocuk ona güç vermeye gerek yok' mu dediler. Patricia önüme geldi ve eğildi. gözlerindeki nefreti gizlemeye gerek görmemiş, ilk defa kendini meskelememişti.
-Ah zavallı şey. Gücü olmayınca nasıl da yalvararak bakıyor. Masum ve minik bir kedi gibi. Kıyamam. Evet itiraz yoksa kendi kendimi bu planın ve yeni dünya düzeninin kraliçesi yapıyorum.
Kimseden ses çıkmadı. Hatta evet anlamında kafa dahi salladılar.
Kardeşlerimle aramda hep zaten uçurum olmuştu. Onlar güçleri ile doğmuşlardı. Kendilerine yolları çizebilirlerdi ve eminim ki aslında içlerinde kötü birileri vardı. Ancak benim güçlerim yoktu. güzel olmayan bir nimfa gibiydim. Hep derim bunu. Güzel olmayan nimfa neye yarar ölümsüz yaşamları boyunca acıdan başka? Biraz güçlerimin yokluğunu kendi zekamla kapatmıştım. Ve işte onları buraya getirmeyi başarmıştım.
Başını ağaçtan sallamıştı küçük kız.
- Bakın uçuyorumm!
Göz devirdi ağacın altında kitaplara gömülü olan kız. Orada oynayan 4 kızın en kısasıydı. Bir bakıma da en sıradanı. Sıradandı çünkü kahverengi saçları ve gözleri vardı.Diğer kızlar gibi ilgi çekici değildi. Güçleri de yoktu. Sürekli okuyordu kız. Bahçeye uzun boylu bir delikanlı çıktı. 3 kız hemen delikanlıya koştu.
-Ağabeyyyyy!
Ancak ağacın altında kitap okuyan kız oralı dahi olmadı. Süzmekle yetindi sadece. Delikanlı da kızı görmezden geldi.
-En sevdiğim kardeşim kim bakalım?
Sarışın,ağaçtan sarkan, kız fırladı.
-Ben ben!
Delikanlı güldü.
-Evet sen! Canlarım benim.Hepinizi çok seviyorum sadece Patricia' yı değil.
-Ama en değerlisi o
-O benim ilk kardeşim Daniela
-Ne yani en sonuncusunu sevmiyor musun?
Kızıl saçlı kız merakla delikanlıya baktı.
-O çok farklı Sophia. Sanki ucube gibi. Gerçekten korkunç.
Hayır diye düşündü kız. Sen korkunç değilsin. Evet farklısın ama korkunç değilsin. Bunlar hep kirli kalpli ademoğlunun düşüncesi. Duyma onları. Yut gözyaşlarını. Sen bir av köpeğisin. düşmanına yaklaş ve sonra öldür.
Ama sen öldüremezsin
Biliyorum sevgili kendim. Ancak o kirli kalplilerin önünde ağlamayacağım! Asla kimse beni ağlarken görmeyecek. Bir gün buralar da onlardan dahi çok tanınacağım. Sakin ol sen!
Oldum da! Şuanda buradalar ise senin sayende Kinsey. Derin nefes al. Sakin ol. Bedensel acın ruhsal acından asla fazla olamaz. Sen iyi birisisin. Tanrı'nın Cennet'inde bir yerin var. Derin nefesler al.
Öyle birkaç dakika durdum. Ancak bana saatler gibi geldi. Dayanamıyordum. Omurgam deli gibi yanıyordu. Her geçen dakika bedenimi biraz daha geriyordu ablam. Tam bana yaklaşmıştı ki adab-ı bir şey bir şey kurallarından bir haber kurtarıcım kapıyı çat diye açıp içeri girdi. Patricia beni bir anda bıraktı. Nefes... Nefes alabiliyordum. Tatlı nefesim. Omurgam hala sızlıyordu.
-Ash! Demek geldin.
Sesindeki tını Hator gibiydi. Tatlı ama acımasız. Sanki seni çoktan ele geçirdim der gibi.
-Kapı diye bir şey var Ash!
Mırıl mırıl mırıldanmıştı Daniela. Sağ bileği boyunca uzanan iz aslında şelaleler gibi yankılı sesini neden gizlediğinin kanıtıydı. Ash Daniela'ya baktı.
-Hep böyle mızıldanır mısın?
Patricia elini boş ver diye salladı.
-Hep.
Uzatmıştı alaycı bir tavırla kelimeyi.Derin derin solurken Ash'in gözleri bana kaydı. Hemen yanıma geldi ve yaralı elini omzuma koydu. endişe, o harika gözlerinden okunuyordu.
-Sana ne oldu? İyi misin?
Başımı sallamakla yetindim. Beni dikkatle süzüyordu. Biraz rahatsız olmaya başlamıştım çünkü bakışları ile içimi okuyor biraz önce olanları görüyordu sanki.
-Astım hastası mısın?
Anlamamıştı. Burada 'insanların' güçleri olmadığını çok sık unutuyordum. Ne demeliydim?Sanırım demin olanları anlamaması için astım hastası olduğumu söylemem lazımdı. Zorlukla başımı salladım. Yan gözle de ablalarıma bakıyordum. Memnun görünüyorlardı. Sinir bozucu derecede memnun. Ash bana bakmaya devam etti. Endişeli ve şefkatli bakıyordu.
-İlacın?
-İçtim sakin ol birazdan düzelirim.
Başını bir anda ablalarıma çevirdi.
-Siz bize mi laf söylüyorsunuz? En azından biz kardeşimize bakıyoruz! Kız yerlerde sürünüyor!
Patricia Ash'ın beni korumasından rahatsız olmuş gibi duruyordu. Ash beni kucağına aldı ve beyazlarla süslü odadan çıkardı. Daniela'nın arkadan
-Ona sen olsan sen de katlanamazsın dediğini duydum. En azından mırıldanmıştı. Ya da ben öyle duymuştum. Ash'de bir değişim yoktu çünkü.
Daniela ablasına baktı.
-Ciddi miydi o?
Patricia sıkıntılı nefesini pembe dudakları arasından üfledi. Tekrardan koltuğuna oturdu ve az ileride masanın üzerinde duran altın işlemeli kutuya baktı.İçinden çıkan şeyden gerçekten memnun kalmamıştı. Uzun uzun kutuyu süzmeye devam etti.
Teşekkürler,diye geçirdi içinden Patricia. Kimse senin kadar yaralayamazdı ya beni.
Sophia derin bir nefes çekti içine. Bu trafo gibi gergin ortam onu sıkmıştı. O daha rahat ve sakin birisiydi. Eğer damarına basmazsanız. Ateşti o. Yaklaşanı yakardı.
5 senedir, Patricia gittiği günden beridir, bu konuyu düşünüyor asla kafasından atamıyordu. Omuzlarına yüklenen yük fazla geliyordu. Çıkacak yer arıyordu ama bulamıyordu. Asla bulamıyordu.
Daniela ayağa fırladı. Üzerinde kırmızı renkli kat kat bir elbise ile başında bandana vardı. Kulaklarına altın iri halkalar takmıştı. O kadar gergin hareket ediyordu ki eteği sanki dile gelmiş gibi duruyordu. Adeta titriyordu. Çok romantik bir kızdı. 5 senedir o da benzer şeyler hissediyor olmalıydı. Yani Kinsey ilk anormalliği saptadığından beri.
Çıplak ayakları parke zeminde sessizce ilerledi ve bir kanepe harici boş olan salonun ortasına geldi. Tek kolunu yukarı doğru uzatıp ayağını başının yanına çekti ve dans etmeye başladı. Buzun üzerinde kaymayı daha çok severdi ancak çıplak ayakları parkenin üzerinde öyle güzel dans ediyordu ki insan onun sadece sevmediğini adeta onunla yaşama bağlandığını kolayca anlayabilirdi. Su... Dalgalı denizler... Hep ait olduğu yerdi ve onların dansını yapmak en sevdiği idi. savaşmayı bilmezdi. O içgüdüleri ile hareket ederdi. Savaşmak asla denize göre olmamıştı.
Eğer bir kralın kızı olarak doğmak ayrıcalıksa kendine sığınma köşeleri yapmak ağlama duvarları inşa etmek ve duygularını camdan, sanki ne hissettiğini-düşündüğünü- görüp duyabilecekmiş gibi, aynaların arkasına saklamak bir görevdir. Sizi tanıyanlar bırakın da sizi gördüklerini düşünsünler. Ancak tek gördükleri şey kendi iğrenç veyahut güzel benlikleri olsun.
*25 Haziran 2020*
Yorumlar
Yorum Gönder