Koskoca moloz yığınları ile süslü caddeye bakan balkona çıkmıştık. Hava o kadar kirli duruyordu ki etraf kahverengi-gri idi. Balkonun siyah korkulukları artık beyazının kirli bir tonuydu. Yüzümü buruşturdum. Buraya kesinlikle bir bitki gerekliydi ancak etrafında o kadar ev vardı ki o zar zor güneş alırdı. Ayrıca balkona 2 kişi bile zor sığıyorduk. Korkuluklara dayadım ellerimi ne kadar kirden hoşlanmasam da. Burayı tanımıyordum. Dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi hissediyordum. Hem doğduğumdan beri aşina gibiydin hem de hiç tanımıyor gibi. Balkondan aşağı baktım. Arabalar vızır vızır dolanıyordu. Biraz daha iyi nefes almaya başlamıştım. Etraf daha parlak duruyordu artık. Parlak ve estetik kaygısı olmayan araçlar son hız gelip geçiyordu. Arkamı döndüm ve Ash'e baktım. İlk gördüğümün aksine temizdi. Evet ilk dikkatimi temiz olması çekmişti. Saçları taranmış, üzerine temiz kıyafetler giymişti. Tek eli sargılıydı. korkuluklara dayandı.
-İyi misin?
Sesinden merak bir çağlayan gibi akıyordu. Kardeşim gibi kendini gizlemiyordu o.
-Evet daha iyiyim.
-Kardeşlerinle aranda sorun mu var?
Durdum bir süre. Var mıydı? Evet kesinlikle! Oldum olası böyleydik biz. Ailemiz başa çıkamazdı. Çocukken onu sinirlendirecek her şeyi yapar bağırarak ağlamasından mutlu olurdum. Ona söylemeli miyim bilmiyorum. Dalgalı deniz... Daniela... Kardeşlerim. Ash hâlâ amacınızı ve kim olduğumuzu bilmiyordu. Sadece yardım ediyor yol gösteriyordu. Patricia burada nasıl yaşanır biliyordu. Biz bilmiyorduk. Ash de bu konuda her şeyi yapıyordu. Daniela onu kıyafet alması için yollamıştı. Birkaç dakika öncesinde ise benim kurtarıcım olacağını bilmeyerek içeri dalmıştı. Söylemem gerektiğini, her şeyi anlatmamamı fısıldıyordu kalbim. Ancak... Başımı evet anlamında salladım:
-Kardeşler arasında olur demek isterdim. Ancak ailemi en son gördüğümde sanırım 12 yaşımdaydım.
Sesindeki o merak ve merhamet sonsuz bir boşluğa, yutulamaz bir yumruya ve acıya döndü. Gözlerimi büyüterek ona baktım. Şaşırmıştım. Neden o kadar küçük yaşta..?
-Nasıl? Bildiğimiz 12 mi?
-Evet.
Sesi cam gibi çatlıyordu.
-Bu senin için zor olmalı. Kaç yaşındasın şimdi?
Ash biraz durdu. Parmaklarına sanki saymayı unutmuş gibi baktı. Biraz daha düşündü ve başını kaldırdı. o kadar uzun süre olamaz diye mırıldandım. Hayır hayır kıyamam sana güzel kalpli adam.
-Sanırım 24.
Balkondan aşağı sarkmaya devam ettim. Kalbim burulmuştu, tadım kaçmıştı. Yutkunamıyordum bile. Konuyu değiştirmem gerektiğini hissettim.
-Şu an neredeyiz?
-Amerika, California.
-Anlamıyorum seni.
-Siz gerçekten buradan değil misiniz?
Sesinde çocuksu bir merak vardı. Evet dedim içimden. Biz buradan değiliz. Cennetten size ışık vermeye geldik.
- Bilmem.
Bunu demek kesinlikle istemiyordum ama onun hazır olmadığını da biliyordum. Bana bakmaya devam etti.
-Anlamayacağım ama olsun.
-Buralarda yüksek eğitim yerleri var değil mi?
-Üniversiteler mi?
-Sizde öyle deniyorsa oralara evet. Fizik, fizik için bir yer var mı?
-Evet, var. Yani neden ki?
-Anlayabilecek ve yardım edebilecek nadir kişilerin onlar olduğuna inanıyorum çünkü.
-Caltekh.
-Ney ney?
-Caltekh, en iyi üniversitelerden birisi. Özellikle fizik alanında.
Aşağıları izleme devam ettim. Caltekh... Belki anlatabileceğim birisini bulabilirdim ve... Ve bu insanları nasıl kontrol edebileceğimize dair bir şeyler öğrenebilirdim. Patricia'nin bir şeyler bildiğini biliyordum ancak bizi arayıp diğer taraftan kapatamadığım portaldan buraya gelebilirlerdi. An meselesiydi. Tek umudum portalin onları başka bir evrene atmasıydı. Bizi gönderecek kadar zaman tanımıştım ve o süre içerinde bozulmasını bir şekilde sağlamıştım. Ama çözerlerdi ve de tamir ederlerdi. Ana gövde hâlâ yerindeydi. Bir mühendislik işi vardı sadece. Derin bir iç çektim. Zeki birisi gerekliydi bana.
-Oraya nasıl gidebilirim?
-Oranın yerini biliyorum. Seni oraya bırakabilirim. Ama kardeşlerinle bir şey planlıyorsun. Biliyorum ya da hissedebiliyorum diyelim. Onların haberi var mı? Patricia nasıl desem biraz yönetmeyi seven birisi gibi.
Durdum. Haberleri yoktu. Vermeyi de düşünmüyordum. Buraya getiren bendim. Belki çıkaracak olan da.
-Asla birisine ne yaptığımı söylemem. Eğer o yönetmeyi seviyorsa ben de başına buyruk olmayı seviyorum.
Durdum. Kinsey. İsmi 'a' ile bitmeyen tek kişi bendim.
-Deniz hükmedilmeyi sevmez.
-Kinsey kralın şanı demek değil mi?
-Denizin adı. Kinsey Denizi.
Bizim evrenimizde krallığımızı kaplayan en büyük denizin ismiydi Kinsey. Evet haklıydı. Kralın şanı demekti. Zaten denizin ismi büyük büyük büyük büyükbabam 16. Patric fethedip bir iç deniz yapınca dönemin sadrazamı George denize Kinsey ismini uygun görmüştü. Nedeni ise mitlerdi. Sanırım bu evrende de benzer bir şey var. Patricia anlatmıştı. Bizans surları. Geçilmesi imkansız surlar. Kinsey Denizi de benzer bir denizdi. İki kıtanın ortasından uzanan uzun ince bir denizdi ancak o kadar değişken suları vardı ki. Gemileri batırır, geçit izni vermezdi. Yazın ortasında kutuplardan kopup gelen buzul kayaları gördüğünü söyleyen denizciler az değildi. Bazıları bu kadar değişken olmasını denizin ruhu olmasına bağlıyordu. Onlarca denizin bir ruhu vardı ve bu ruhun da evcil bir hayvanı. Hayvan deniz tabanı boyunca ağzını açmış beklemekteymiş. Deniz ruhu gemicileri sevmediği için tüm gemileri batırması için hayvanına tembih edermiş. Deniz bu nedenle durağanken bir anda coşar her şeyi yutarmış.
Benim şahsi fikrim ise bunlar zırvalıktan başka bir şey değildi. O kadar oynak olmasının nedeni besbelli akıntılardı ve bunun nedeni de denizin kutuplar boyunca uzanıyor oluşu idi. Şimdi bunu gelin de evrenimdeki din alimlerine, coğrafyacılara ve tarihçilere anlatın. Çoğu bu düşünceye körü körüne bağlanmıştı. Bu deniz aşılamazdı ve de kıtadaki neredeyse tüm krallıklar buna güveniyordu. Ancak dediğim gibi dedem 16. Patric o denizi aştı ve kıtanın kenar kısmına hakim oldu. O yüzden de eh Kinsey Denizi oldu. Mırıldandım:
-Deli değilim ben.
Krallığımda çoğu kişiden duyduğum şey buydu. Buradaki ışımadan kaynaklı bir olay olmasa orada çözmeyi denerdim ancak her geçen gün daha kötüye gidiyordu. Ash bana şefkatle baktı.
-Öyle olduğunu düşünmüyorum.
Bunu hissedebiliyordum. Bakışlarında, sözlerinde...
-Çok... Neyse, bir ara adımın geldiği yeri sana anlatırım.
-Çok mesut olurum efendim.
Balkondan dışarı doğru ilerledim. Uzun sayılmayacak koridordan geçerek kapıya doğru yürüdüm. Elimi kapıya attım. Çevirirken Ash bana seslendi.
-Böyle mi çıkacaksın?
-Neyi var?
-Çok eski ve komik. Kıyafet getirdim. Giy istersen.
İnsanlar artık bunları giymiyor muydu? Ama... Bunu düşünmemeliydim. Daniela Ash'ı bu yüzden göndermiş olmalıydı. Omuz silktim.
-Bana uygun bir şey varsa neden olmasın.
...
Bana uygun derken pembe renkli bir etekten bahsetmemiştim. Veya sarı çizgili bir pantolondan. veya veya mavi dar bir gömlekten ya da kısacık gri bir elbiseden. Ash bana mahçup mahçup bakıp duruyordu.
-Bunların üzerinde o öten şeylerden yoktu.
Ona bakmaya devam ettim. Kızmamıştım ama gözlerimi ondan ayırmakta usta falan da değildim.
-En azından kendi elbisemle bir maskeli balo kaçkınına benzerim.
-Hadi ama, sevgili kardeşin Daniela bana kızacağına birkaç metalik verseydi. Çok bilmiş.
Omuz silktim.
-Bunları giymem! Bu kadar mı getirdin?
-Prensesiz galiba.
-Kesinlikle!
-Tamam yolda durur çalarız bir şeyler!
-Ne? Ben asla çalmam!
-Metalikleri çıkart o zaman.
-Ay of tamam be!
Cüzdanıma baktım ve kredi kartı çıkarttım.
-Bu evrende bunlar geçerli mi?
Ash'in gözleri parladı. Heyecanla kafasını basma tulumba gibi salladı:
-Evet majesteleri.
Sırıttım.
-Tamam o zaman bir evsiz ve maskeli balo kaçkını olarak alışverişe çıkıyoruz ne hoş.
Ash yüzünü buruşturdu.
-Evsiz demesek bana.
Omuz silktim.
-Sen ne istersen diyebiliriz.
-Ash de daha güzel. Bazen adımı unutuyorum.
Dışarı çıktığımızda anladığım iki şey vardı. İlki Ash'ın haklı oluşu idi. Gerçekten komik görünüyor olmalıydım ki cadde boyunca herkes dönüp bakmış ve gülmüştü. Ben de oralı dahi olmamış ve insanlara türlü taklitler yapmaya çalışmıştım. Ash gülüyordu.
-Ne? Burada tiyatrocu yok mu?
-Var ancak hiçbiri senin kadar yeteneksiz değil.
-Anladım.
Yürümeye devam ederken küçük bir kız diğerlerinin aksine ışıldayan gözlerle bana bakıyordu. Ona doğru gittim ve eğildim.
-Merhaba. Burada merhaba deniyor değil mi?
Kız kafasını aşağı yukarı salladı. Ellerini çırparken sevinçle konuştu.
-Prenses!
Güldüm.
-Buyurun leydim benim.
Kız gözlerini kırpıştırdı.
-Sen gerçek bir prenses misin?
Kenardan bir çiçek kopardım ve kıza uzattım.
-Sır olarak kalsın bu tamam mı?
Göz kırptım ona. O da heyecanla başını aşağı yukarı salladı. Ayağa kalktım ve Ash'in yanına geldim.
-Çok tatlı değil mi?
Ash kafasını aşağı yukarı salladı. Ona baktım.
-İyi misin?
Dalgın dalgın bana baktı ve gülümsedi.
-Evet, iyiyim.
Sessizce ilerlemeye devam ettik.
İkinci fark ettiğim şey ise fiyatlardı. Önümde duran kumaş takımın fiyatı ile bakışıyordum.
-Oha!
-Sen prenses değil miydin?
-Yemişim prensesliğini! Ben bu para ile kendi evrenimde 4+1 dublex ev alırım be!
-Abartma
Ona baktım ve gülümsedim. Abartı olmuştu biliyordum. Ama içimde beni kemiren bir his vardı. İzleniyor hissi. Ancak kimseyi etrafımda göremiyordum. Bu saçma bir düşünceydi ancak avcılık içgüdülerim oku yaya ger diye bağırıyor ellerim tutacak bir silah arıyordu. Sinirlerim çok gergindi ve kendimi patlamaya hazırlanan volkan gibi hissediyordum. Abartı her zaman kaçış yerim olmuştu. Kotu hissediyorsan abart ki kimse sendeki anormalliği fark etmesin.
-Çok mu abartı oldu?
Alttan alttan sırıttı.
-Eh birazcık.
-Ama fiyatı görüyorsun.
Sesim 10 yaşında bir çocuk gibi çıkmıştı. Ona parlayan gözlerle bakmaya devam ederken yaklaştı ve kulağıma fısıldadı.
-Diyorum ben çalalım diye.
Dik dik ona baktım.
-Lucifer mübarek. Pardon hanımefendi, bunlar neden bu kadar pahalı?
Kadın aheste aheste yanımıza geldi. Önce Ash'ı sonra beni süzdü. Küçümserce konuşmaya başladı.
-Efendim ipek o elinizde tuttuğunuz.
-Benim üzerimde...
-Sizin üzerinizdeki gibi çakma değil. Gerçek ipek. Üzgünüm ama elinizdekinin kumaşı sizden dahi değerli.
Ne?! Ne demişti o? Şuanda kardeşlerim olsa yaşama sansı dahi yoktu. Aslında bende de yoktu. Sinirlerime hakim oldum. Tamam buraya Dünya'yı kurtaralım diye geldik ancak 20 sene bence aşağılanmak için yeterli bir süreydi. Tüm öfkemi yuttum ve gülümsedim. Yaka kartında yazan isme baktım. Grace. Adı biraz olsa etkilemiş olsaymış keşke karakterini.
-Alıyorum.
-Efendim?
-Nerede ödeyebilirim?
-Şurada efendim.
Birkaç dakika içerisinde 4 takım ve çanta almıştık. Hepsini poşete koyduktan sonra Grace denen sarışına yaklaştım.
-Çok yakında Grace. Çok yakında beni tekrar göreceksin.
Kapıdan dışarı çıktım. Omzumda asılı duran çantamı deli gibi karıştırmaya başladım. Birisi kesinlikle beni izliyordu. Gözlerim çıkışta aşina olduğum gözlere takılmıştı. Sarı gözler, sarı saçlar. Kini fark etmiştim. Tepeden tırnağa titriyordum. Bakmamaya onun dikkatini çekmemeye çalıyordum. Bu kadar hızlı bulamazlardı değil mi? Tekrar o yöne baktığımda kimseyi göremedim. Bomboştu etraf ve bedenimdeki o izlenme hissi de geçmişti. Stresten hayal görmüş olmalıydım. Ash tepeme dikilmiş kızgın güneşi kapamıştı. Sanırım ona minnettardım. Bana doğru baktı ve saçlarımı geriye doğru taradı.
-Ne arıyorsun?
Sonunda bulduğum suyumu zaferle kaldırdım. O kadar korkmuş ve içerideki kadına sinirlenmiştim ki. Rahatlamaya ihtiyacım olduğu kesindi.
-Bunu!
İyiden iyiye sinirlerim bozulmuştu. Biraz su içsem fena olmazdı. Hem ona bir yalan söylemiştim astım hastası olduğumla ilgili ve bildiğim bir şey varsa o da sinirin onlara iyi gelmediğiydi. biraz rol yapmam gerekiyordu. kötüleşmiş rolü. Anlamamalıydı. Eğer gerçekten birisi yoksa, ki olmadığına ve hayal gördüğüme adım gibi emindim, onun beni deli olarak görmesi ve başından savması en son istediğim şeydi.
-Kadını neredeyse buharlaştıracaktın!
-Kardeşlerim yerine benimle karşılaştığı için gayet şanslı.
Bana gülümsedi.
-Yakıştı.
Saniyeler içinde 40 ton falan atmış olmalıydım. konuyu değiştirmezsem de atmaya devam edecektim. etrafa bakarken Ash'e bir şey almadığımızı fark ettim. İstediğim konu!
-Sen?
Ona baktım. Ne dediğimi anlamış olacak ki omuz silkti.
-Gerek yok hadi seni Caltekh'e bırakalım.
Caltekh'i kesinlikle daha havalı hayal etmiştim. En ünlü ve iyi okullardan birisinin bu kadar basit bir taş bina oluşu bana komik gelmişti. İnsanlara saygım artmıştı. Okul her yerdir. Bir taş bina orayı okul yapmaz.
Bir an için burada fizikçi olduğumu düşündüm. Garip hissedeceğim kesindi çünkü asla bir yüksek eğitim kurumunda çalışmamıştım. Lisans yaptıktan sonra okuldan elimi ayağımı çekmiş ve kendimi sessiz odalara, soğuk sessizliğe vurmuştum. Bana iyi gelen şey etrafımdaki konuşmalar değildi. Beynimdeki teoremler ve de onların gerçek olduğunu bilmemdi. İçeri Doktor Kenneth Jones girdi. Yani büyük ihtimal içeri giren Doktor Kenneth Jones'du. İlk olarak onu tanımıyordum ve ikinci olarak ise tanısam bile göremezdim. Çünkü kibrime yenilmiş ve adamın döner çalışma sandalyesine sırtım kapıya dönük şekilde oturmuş notlarını inceliyor hatta incelemenin bir tık önüne geçip yaptığı hataları kırmızı kalemle düzeltiyordum. Bir öksürük sesi geldi. Bende kapıya doğru döndüm. Bu kadar kibir yapmışken birazının daha sorun olacağını sanmıyorum. Ayaklarımı masanın üzerine uzattım ve notlarını inceleme(!) işime geri döndüm.
-Hanımefendi ne yaptığınızı sanıyorsunuz?
Alttan alttan onu süzdüm. Uzun ince bir yapısı vardı. Siyah sacları ve köşeli çenesi. Tek yanağında bir gamze oraya krallığını kurmuştu. Konuşurken bile belli oluyordu. Üzerindeki haki renkli kumaş pantolonun içine kollarını sıvadığı beyaz gömleğini sokmuş elindeki bir dizi kitap ve süveteri ile kapı eşiğinde duruyor gözlüklü gözlerini üzerimden bir saniye bile ayırmıyordu. Açıkçası yaptığımdan utanmış hissettim. Ama önemsenmemeye ve utanmaz davranmaya karar verdim.
-Doktor Jones?
Adam iç çekti. Gözlerini benden ayırdı ve kitaplığa gidip kitaplarını koydu. Suratsız bir ifadesi vardı. Ash gibi gözlerinin yanında çizgiler yoktu. Sanki hayat onu boğuyor gibi bir havası vardı ancak çok özgüvenliydi. Göğsü dimdik ve şişkindi. Sesi, Hermes* gerçek olsaydı onun gibi olurdu. Kaya gibi ve kendinden emin...
-Evet benim.
-Sizinle konuşmaya geldim.
Sarı saçları suratı etrafına dağılmış adam 12. Louis'in tahtının önünde duruyordu. Sağ tarafında kraliçe Maddeline sol tarafında ise kraliçe Katerine oturuyordu. Doğunun ve batının kraliçeleri. Katerine tahtından sadrazama doğru eğildi. Yüzünde hiçbir ifade yoktu.
-Şimdi bizden bir infaz emri istiyorsun, öyle mi?
-Evet güzel Katerine. Sonuçta yeğenleriniz bilim adamlarımız ve alimlerimiz tarafından suçlu bulundu. yüce birliğin bozulmaması için yakalanıp infazları şarttır.
Kraliçe Maddeline araya girdi. Sesi sinirli çıkıyordu.
-Ancak en iyi bilim adamlarından** birisi benim kızım Kinsey'dir. Hatta belki en iyisi. Ondan başka kimse suç olduğunu diyemez.
-En yakını Cheryl Kontluğu varisi Penelope Cheryl diyebilir ama. Bu portalı birlikte yaptıklarını biliyorsunuz. Leydi Cheryl bu suç diyorsa suçtur.
-Ancak ben kızıma infaz kararı çıkartmayacağım. Asla!
-Ah kral Louis. Ekselansları, sizi anlıyorum ancak karşınıza tüm dünyayı ve halkınızı almak eminim ki istemezsiniz. Siz bir kralsıznız. Umursamaz çocuklarınızdan daha önemli olan devletin bakiliği ve halkınızdır. Emin olun en iyi adamlarımkız gidecekler. Başlarında da güvenebileceğimiz birisi olacak. Benim kızım Engelbertha.
Kral kardeşi Katerine'ye ve eşi Maddeline baktı. İç çekti. Bundan başka yol göremiyordu.
*Hermes:Yunan mitolojisinde en fazla adı geçen tanrıdır. Haberciliğin ve hırsızların tanrısıdır. Yakışıklılığı ve şeytan tüyü ile ünlü olmasının yanı sıra herkesi kurtaran zeki bir tanrıdır.
**Adam:Dilimizde insan anlamına gelmektedir.
*25 Haziran 2020*
Yorumlar
Yorum Gönder