Ana içeriğe atla

Almanya Biletleri ve Engelbertha Sanrısı

 Yeni yeni aydınlanan odanın ortasındaki kız gözlerine değen güneşle uyandı. Tanrım diye düşündü.  Buraya daha alışamamıştı. Ayaklarını sarkıttı ve saçlarıyla oynamaya başladı. Kıza göre basit bir zevkle döşenmiş odaya baktı. Bu evde 4 seneyi aşkındır kalıyordu ancak kendine göre daha döşeyememişti. Boş odalar ve eski eşyalar. Patricia'nın her zaman ötelediği bir şeydi burası ile ilgilenmek. 


Kendi kendine konuşurken kapı çalındı. 


-Gir!


Kızıl saçları ile Sophia girdi. Yine saçları sıkı bir topuzla tutuluydu. Yanına oturdu. 


-Partricia...


Mahmur gözlerle ona baktı sarışın. 


-Saat kaç?


Yorgunlukla sorduğu soruyu cevapsız bırakmadı Sophia:


-7...


-7 demek.


Kendi kendine mırıldandı. 


-Sen neden gelmiştin? 


-4 ay sonra Bay Adalwin'i ziyaret edeceğiz. 


İç çekti. Eğer Sophia'yı biraz tanıdıysa, ki kardeşiydi,  oraya gittiklerinde adamın canına okurdu. O adam ise ellerindeki sayılı seçeneklerden birisiydi. Yavaşça sert yataktan doğruldu. Bu yataktan nefret ediyordu. Pencereye doğru ilerleyip ayyaşların oturduğu sokağa baktı. 


-Sen gelme.


Patricia'ya anlamsız anlamsız bakıyordu Sophia.


-Nasıl? Sen kim..?


Elini kaldırıp ona baktı. Sen kimsin demeye cürret etmediğini umuyordu. Biraz öfke ile karışık tek kaşını kaldırdı.


-Sen kimsin mi diyecektin? Sakın öyle bir hata yapma sevgili kardeşim. Çünkü ben her şeyim. Varisim. Ben kraliçeyim. Ve biliyor musun bana ihtiyacınız var çünkü ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Sophia, sen ne katabilirsin ki insanlığa? Peki ya Daniela? Kinsey'e değinmeyeceğim bile. O ukala hala daha zeki olduğuna inanıyor. Evet zeki ancak bir kraliçe olabilir mi?


Burnunu hafiften yukarı kaldırdı. Bu şekilde konuşmak ise yarardı genellikle. Hepsi bir şeyler katardı insanlığa ancak Sophia gelirse başlarının belaya girmesi Kinsey ile gittiğinde belaya girmesinden daha muhtemeldi. 


-Asla olamaz. Şimdi odamdan ayrıl, kapıyı ört ve benimle gelmeyi unut. Umarım uçak biletlerini almışsındır. çünkü adam Almanya'da. 


Sophia başını salladı ve biletleri yanına koydu. Yavaşça odadan çıktı. Ancak kapı, hareketlerinin aksine gayet de sert çarpmıştı. Kardeşlerine kardeşleri olmasına rağmen katlanamadığını kendisini ikna etmeye çalışırken ahşap masanın önüne gelip çekmeceyi açtı.  İçerisinden altın yuvarlakça kutuyu çıkardı ve uzun uzun inceledi. Parmağına yüzüğünü dahi takmadığı nişanlısı Alec göndermişti. Aşk mektubu sanmıştı önce ancak şöyle bir bakınca bunun  aşk mektubundan daha uzak bir şey olduğunu anladı. Bir idam emriydi elinde tuttuğu. Yasaları çiğnemişlerdi ve onları asla sevmeyen sayın sadrazam bey tarafından idam emri çıkartılmıştı. Emrin hemen üzerine iliştirilmiş küçük bir not vardı.


"Sevgili Patricia Elizabeth Noren buraya kadar, bitmiştir."


Alec haberi ablası Fabianne'den almıştı. Nişanlısı Patricia hakkında infaz kararı vardı. Alec nişanlısına aşık değildi. Evlilik teklifi etmemişti. Alec sekiz yaşındayken babası ve kral konuşmuş kertilmişlerdi. Alec Patricia ne isterse yapardı. Sonuçta nişanı atmaması gerekiyordu. Aslında birbirlerine dahi tahamülleri yoktu. Evlilikleri çıkar ilişkisine dayanan politik bir evlilik olmaktan öteye gitmeyecekti. Alec'in metresleri olacaktı. Balolarda birlikte mutluluk pozları vereceklerdi. Alışık oldukları şey. Her aristokrat bu pozlara alışıktır. Alec çalışma odasına oturmuş düşünüyordu. Ne yapması gerektiğinin içinden çıkamazken aklına kız kardeşi Helga geldi. Onun yerini biliyordu. Kinsey bu evreni bulunca belli bir grup ,içinde Patricia ve Helga da vardı, diğer tarafa gönderilmişti. Ancak haber alınan sadece Patricia ve Helga kalmıştı. Alec Helga'ya ulaşacaktı. Ona Engelbertha'ya yardım etmesini söyleyecekti. Hatta belki onun safında yer almasını. Patricia'nın bu durumunu kabul edemezdi. Bir hain ile evlenemezdi. Ancak hala daha ülkeyi yönetme şansı var. Arkadaşı Conner Jackson Nooren müstakbel kraldı. Onun safında yer alacaktı hiç şüphesiz. Onunla konuşmalıydı. Parmağındaki yüzüğe baktı. Ancak önce yüzükten kurtulmalıydı. Eline dolma kalemini aldı ve infaz emri ile bir notunu düşüp altın kutuya koydu. Westerburg mührü olan kardelen şeklindeki mührü de basmıştı. Portal tamir edilir edilmez bunu Helga'ya ulaştıracak onun da Patricia'ya ulaştırmasını sağlayacaktı. 


Helga elinde duran notla kutuya bakıyordu. Ağabeyine bazen anlam veremiyordu ancak bu not için kesinlikle Almanya'dan kalkıp Amerika'ya gitmeyecekti. O da yanında senelerdir çalıştığı Bay Adalwin'in yanına ilişti. Ondan bir adam rica etmişti. Adalwin Helga'yı kendi kızı gibi sever bazen sekreteri gibi de kullanırdı. İsteğini kırmadı ve Helga bu sayede kutuyu koyması için bir adam tutmuş oldu. Ancak adamın dediğine göre Patricia'nın izinden çok başka bir kızın izini bulmuştu ve kutuyu oraya bırakmıştı. Helga onun yanışını izlerken biraz dahi olsun pişmanlık hissetmemişti. O böyleydi. Ağabeyi ve ablası da böyleydi. Onlar aristokrattı. Acıma yetileri ile doğmazlardı. Çünkü insan hayatları acıma ile yönetilmezdi. 


Europe'ye ulaşan kutuyu Europe açıp okumuş ve Patricia'ya geldiğini anlayınca da acele etmeleri gereken bir notla bir Benedic'in adamları ile kıza ulaştırmıştı. Europe bu durumda kalmasına neden olan ağabeyinden nefret ediyordu. 


Patricia Alec'i sevmiyordu. Güvenmiyordu. Alec Westerburg'ün bir marki olması da umrunda değildi. Ancak ne kadar nefret etse de acı ve gözyaşı içinde  gerçekleştirdiği nişanının daha düzgün bitmesini isterdi. Derin bir iç çekti ve üzerine dizin hemen üzerinde biten keten bir elbise geçirip odadan çıktı. Eğer keten haricinde bir şey giyerse, hayvansal ürün özellikle, büyü gücü düşerdi ve ben bunu bugün istemiyordu. Ölüm sessizliğinin hakim olduğu masaya gitti. Kinsey dışında kimse bir şey yemiyordu. Sandalyesine oturdu ve o de yemeye başladı. O sırada Kınsey doğruldu:


-Abla...


Ona doğru baktı. Gözleri kahverengi gözlerini süzüyordu. Kinsey'in bir şeyler yaptığını sezinliyordu. 


-Ben Doktor Kenneth Jones ile konuştum. Para dedi. İnsanların zayıf noktası. İste o 4 harfte gizli olduğunu söyledi bana. Tıpkı bizler gibi. Demek ki zaman çok farklı akmasına rağmen gerçekten de en yakın yerlerden birisi bu evren. Tarihlerinin benzerlik gösterdiğini sen demiştin bana. Benzer hatta aynı tarihi olaylar. Ufak çaplı değişikliklerle bize sunuluyor ve bizim aksimize onlar çok daha hızlı manipüle olup yollarını şaşabiliyorlar.


-Evet haklısın. Tarihleri dilleri ve diğer bir çok şeyleri benzer. Ancak yaşayış ve düşünüş şekilleri kangren olmuş bir uzuv gibi. Bildiğimiz tüm evrenlere buram buram kötülük yayıyorlar. Ben diyorum kopartıp yok etmeliyiz. 


-Ama bu da olumsuz etkenlere neden olabilir. Bir kararsızlık meydana gelebilir. Sonuç olarak bir çeşit yansıma yapıyor evrenler. Her türlü bu düzen yıkılacak. Ancak burası bu durumu hızlandırıyor. Yavaşlatabiliriz. Yani düşüncelerini çok değiştirmeden insanları kurtarabiliriz. 


-Ve sen de benden habersiz ve izinsiz fizikçi Doktor Kenneth Jones ile mi konuştun? Hem de nasıl manipüle edeceğimizle ilgili?


-Sadece onunla ilgili değil. 


Dedi ağzına omletinden bir parça atarak. 


-Aynı zamanda bunun etkilerini de konuştum. Bunun  için en iyi seçenek benim fikir verdiğim şey. Ya...


Sözünü kesti. Onu süzmeye devam etti. 


-Kinsey sana sana inanamıyorum! Benden habersiz...


Yerinden kalktı ve başını bana çevirdi. 


-Asla emir almam ben abla. Size afiyet olsun.


Ayağa kalktı. Ancak durdu bir süre. 


-Bunu demeli miyim bilmiyorum. Ancak bir şey oldu. 


Sophia derin bir iç çekti. Onun ne düşündüğünü tahmin edebiliyordum. 


-Tanrım ne oldu? 


Sophia'nin sesi endişe barındırıyordu. Patricia'nın aksine o kardeşi icin endişelenmişti. Patricia endişelenip endiselenmedigini bilmiyordu. Ona öğretilen hislerinden çok  uzaktı. Kinsey bir tehditti ona öğretilene göre. Hisleri ise senelerce bunu yalanlamıştı.


-Bir şey gördüm. Daha doğrusu birisini. Olması imkansız. Bir an baktım orada değildi. Ben yanılsama sandım. 


-Kim? Kim oradaydı? 

-Engelbertha.


Diye fısıldadı bir sırrı söylermiş gibi. Engelbertha, hakklarında idam kararı çıkarttıran sadrazamın kızıydı. Kardeşleri de hiç sevmezdi. Aralarında gözle görülür bir sorun hiç olmamıştı. Ancak Patricia sevmediğini adı gibi biliyordu. Ilk onun damlamasina şaşmamak gerek diye düşündü.


-Neden hayal diye düşündün? 


Ne kadar inkar etmeyi sevse de Kinsey zeki bir kızdı. Sezilerine guvenirdi cunku onlarla ün kazanmıştı. Bir sorunun olması gerekliydi.  


-Çünkü ben portalı tamamen yok edemedim. Ettiğim yer sadece bu evrendeki. Kendi evrenimizdeki portalı sadece bozabildim. Bizi buraya gönderecek kadar güç yükleyip güç alacağı yerleri bozdum, başka bir evrene gönderirken hareket ediyor. Bu da bana ihtiyacım olan durumu yarattı ve o hareketle dökülmesi için şu bıraktım. Eğer şansımız yaver giderse biz gittikten sonra dökülecekti. Dokulde de cunku buraya geldigimizde makina herhangi bir algilamada bulunamadi. Yani bozulmuştu. Gelinmesi an meselesiydi ancak tekrar yapildiginda en başa dönüyor. Bu da onlarin hangi evrende olduğumuzu bilemeyeceği anlamına geliyor. Yanıma tüm notlarımı almıştım. Biraz zaman kazanırız. Kesin kazanırız. Bu yüzden o bir hayal olmalı.


Hızlı hızlı nefes alıyordu. Hararetle ve endişe içinde bir eminlikle onları bulamayacağına olan inanci ile sorunun kendinde olacağını düşünüyordu. Kardeşlerine baktı ve sessiz olmalarını söyledi Patricia. Kinsey gelen kutuyu bilmiyordu. Onu endişelendirmek istememişti. Onlara susmaları gerektiğini belirten bir bakış attı. Kinsey'e geri döndü. 


-Kinsey...


-Delirdiğimi söyleyeceksin değil mi? Zaten senden başka bir şey beklenmez kraliçem(!)


Alaya aldığını anlayacak kadar onu tanıyordu sarışın. Sinirlenmedi. Sustu. Onunla kavga etmek isteyeceği son şey olabilirdi. Hatta sinirliyken. Evet ona sataşmayı severdi. Ancak onun ne kadar güçlü olduğunu biliyordu. Büyü yapamadan onu haklardı. 

Odadan bana nefretle karışık bir hüzünle  bakıp gitti. Gitti. İnanmıyordu. Belki de istemiyordu. Patricia masanın başında otururken neden herkesin ondan nefret ettiğini düşündü. O ona öğretilen ve doğru olduğu söylenen şeyi yapıyordu.  Ademoğlunun bir yöneticiye ihtiyacı vardı. Eşitlik, adalet şu an ki dünyada mümkün müydü? Hiç sanmıyordu. Elini şakağına götürdü ve ovdu. Bu işin altından kalkamayacakmış gibi hissetmekten nefret ediyordu. Hışımla ayağa kalktı. Daha başlamadan kardeşleri onu yormaya başlamıştı. Bir anda dondu kaldı. O anı hala hatırlıyordu. Sinirleri alev alev yanmıştı. Beyninde kıvılcımların, nöronlar arasında dolaşan enerji akımını sonuna kadar hissediyordu. Sırıttı. Engelbertha takıntılı bir kızdı. Eğer gerçekten  Kinsey'i gördüyse  onun infazı için her şeyi yapardı. Ve Kinsey onu bu düşünce içinde asla haklayamazdı. Engelbertha'nın bir şekli, elle tutulur bir görüntüsü  yoktu. Tamamen görünmez olabiliyordu. O de Kinsey'e sonradan söylemeye  karar vermişti. Çünkü  onun aklı  başında  kalması  gereken tek kişiydi . Ne kadar itiraf etmekten nefret etse de bizi buradan çıkaracak  kişi  gerçekten  oydu. Onu korumaları lazımdı. Ölüm meleğinden, Engelbertha'dan.  Daniela'ya döndü. 


-Ash nerede? 


Daniela omuz silkti ve mırıldandı:


-Ne bileyim yahu?!


Göz devirdi. Zaten küçük olan evde Ash'ı aramaya başladı. Odalara tek tek bakıyordu. Birisinde tüyleri eskisi gibi olmayan ve mışıl mışıl uyuyan Gelincik'i görünce dayanamadı ve odaya girdi. Oda buram buram Ash kokuyordu. Etrafını süzdü. Yerde bir minderle yastık vardı ve yeni kalkılmış gibi üzerindeki ince kırmızı çarşaf dağınıktı. Biraz ilerisinde bir kitaplık vardı ancak neredeyse boştu. Üzerinde birkaç bitki vardı sadece. Odanın ortasında kocaman bir halı vardı. Çıplak beyaz duvarlar ölü gibiydi. Sanki kötü bir olay yaşamış da hayattan bezmiş, yok olmuş gibi. Üzerinde duran boş çiviler kalbine saplanmıştı. Sahi duvarların kalbi olur muydu?


Gelincik ise, büyük ihtimal, Ash'a ait olan kıyafet yığınının üzerindeydi ve gerinerek etrafına baktı. Mırlayarak Patricia'ya doğru yaklaştı. O de onu kucakladı ve Ash'ın yatağının, minderinin, üzerine oturup tüylerini sevmeye başladı. Çok yumuşaktı ve narindi. Neredeyse hissetmiyordu kız parmakları arasındaki kediyi. Sanki bulutları seviyor gibiydi.  Ash geldi. Kapının pervazına dayanmış şekilde kıza bakıyordu. Kahverengi saçları perdesiz camdan gelen buram buram hastalıklı sarıda açılıyor ve sarı oluyordu. Gözleri ise turunculaşıyordu. Tek eli sargılıydı. Doğrusu ne olduğunu merak etti ve her zamanki gibi nefes kesici görünüyordu. Evrenler olarak çok farklı olmasalar da burayı araştırması  gerekmişti. Çünkü "Zaman çizelgesinin çok farklı planları vardır her zaman her şey değişiklik gösterebilir. Bu yüzden biz onlardan farklı bir Dünya'ya sahibiz. Zaman çizelgemiz en başından farklı veya basit olayların onlara etkileri. Örneğin Kavimler Göçü. Bizde de benzer bir göç olmuştur ancak farklı adlarla ve sonuçları benzer olarak. Ancak zaman çizgisi ve yaşayış biz de çok değişiklik göstermiyor. 8 kollu insanların bulunduğu evrenler de var." Su demişti Kinsey. Bu yüzden de kıza hızlı bir tarama ve araştırma düşmüş ve kısa aralıklarla tabi ki özel emirle buraya gelmişti. O zamanlar öğrendiği bir şeyi şimdi kullanmasını isteseler kesinlikle bu tanrı Anubis olurdu. Kız, çocuğun inanılmaz derecede Anubis'e benzediğini düşünüyordu. Öyle derler ki genç yaşta ölen kızlar Anubis'in yakışıklı yüzünü gördükleri için ölürlermiş. Ölecekmiş gibi hissediyordu kız.  Her an kalp krizinden ölecekmiş gibi. Ona baktıkça ciğerlerindeki hava boşalıyordu. Zorla da olsa gülümsedi. 


-Patricia neden buradasın?


-Gelincik... Sanırım merak ettim burayı ve o çok tatlı.


Ona gülümsedi. Patricia gencin gülüşü üzerine kızardı. 5 senedir dünyayı araştırıyordu. 3 senedir fiilen buradaydı ancak asla böyle birisi ile karşılaşmamıştı. Ash onu her yönden mest ediyordu sadece görünüş olarak değil. 


-Senin insanları araştırdığını söyledi Kinsey. 


-Evet. 3 sene dünya da kalım 2 sene de fahri araştırmacılık yaptım.


-Ve kardeşine bizi tanıtmadın mı?


Güldü.


-Tanıtılacak bir şey yok ki! Benzer hayatlarımız var. Sadece biraz dalga geçmek için üçüne de yanlış anlatmış olabilirim. 


Kahkahalarla güldü dediğine. 


-Bu daha mantıklı çünkü kimse kredi kartı varken bu kadar bilgisiz olamaz. 


Etrafa bakındı ve kitaplığı gösterdi. Onunla biraz daha zaman geçirmek ve onu daha iyi tanımak istiyordu. Patricia şaşırdı. Daha önce kimseyi bu kadar merak etmemişti. 


-Okumayı sever misin?


-Evet. 


Dedi donuk bir şekilde. Sanki onu incitmişti bilmeden. Sesinde cam kırıkları gibi hayal kırıklıkları vardı ve kızın kalbini kanatıyorlardı. 


-Bir sorun mu var?


Başını iki yana salladı ve sanki saklayabilirmiş gibi gülümsedi. Ama saklayamadı. Birkaç kez ağzını oynattı. Sonunda iç çekip konuştu. 


-Bilmiyorum. Sadece kitap deyince aklıma ailem geliyor. 


-Ne oldu onlara?


Ona baktı. Gözleri dolmuştu. Bu hali ile savunmasız küçük bir çocuğu anımsattı Patricia'ya. Belki de içinde kıvranan hüzünlü bir çocuk vardı aynı Daniela gibi. 


-Öldüler.


Dudakları birkaç kez titredi ve titrek, korkmuş bir hıçkırık firar etti. 


Saçlarını sevdi. 


-Üzüldüm. Nasıl oldu? Sana yardım etmediler mi? 


Gerçekten üzülmüştüm. Çok yumuşak bir kalbi vardı. Bunu herkes hissederdi. En taş kalplisi bile. Başını hayır anlamında iki yana salladı. 


-Saklandım. 


Şaşırdı. Neden saklanmak istesindi ki? Tabi korkunç bir şey yaşamamışsa... Aklına anında Kırmızı Atkılı Jones geldi ancak herkes bu adamı tanıyacak diye bir kaide olmadığını düşündü. Bu fikri rafa kaldırdı. Olsa dahi bunu Ash'e diyemezdi. 


-Neden?


Kendini tutamamıştı.


İç çekti. 


-Ailemin ölümü bir komploydu da ondan. Ailem özünde iyi insanlardır. Zenginlerdir. Babam hem korumak hem de üzerine para katmak için mafyalık işine soyunmuştu. Yapabilirmişiz gibi derdi ablam. O kadar güzeldi ki. Ölümü de bir o kadar trajik oldu.


Kızın omzuna başını koymuş için için ağlıyordu. 


-İlk başlarda her şey iyiydi. Ama bilirsin ne kadar hızlı yükselirsen o kadar hızlı çökersin. Babama da aynen öyle oldu. Düşmanlar edindi. Bu düşmanlar açık saçık da değillerdi. Hepsi dost gibiydiler. O gece saklanırken yüzlerini gördüm. Babamın şok olmuş ve parçalanmış yüz ifadesini gördüm. Hepsine güvenirdi. Tüm ailemi o gece katlettiler. Kırmızı Atkılılar. Kırmızı Atkılı Jones derlerdi adama. Atkısı kanlı insan derisinden derlerdi. 


Biraz daha sokuldu ona ve hıçkırdı. Hıçkırığı omzunda kayboldu. Kız ise isimle donakalmıştı. Onu tanıyordu ne kadar nefret etse de. Sustu. Ondan kaçıyordu ve kaçmaya devam edecekti. Bu yüzden tanımıyormuş gibi yapmaya devam etti. En azından belli bir süre için dedi kendi kendine.


-Onlardan kaçtım hayatım boyunca. 10 sene. Kaçtım onlardan. Siz çıktınız karşıma. Adım Ash'de değildi. Ama kendimi o kadar çok alıştırdım ki. Asıl adım neydi hatırlamıyorum. Aax miydi yoksa Percy miydi? Jackson da olabilir. Ama bilmiyorum.


Bir anda doğruldu.


-Kimseye anlatamadım. Ne gelinciğe ne de papatyaya. Çünkü eminim ki beni arıyorlar. Her yerde. 


Acı acı gülümsedi ve ayağa  kalktı. 


-Sen bir şey mi demeye geldin?


Boğazındaki yumruyu zar zor yutup başını salladı. 


-Aslında seni arıyordum. Kinsey'e göz kulak olur musun? o biraz fevridir de. Daha var ama. Aslında zamanı gelince sana söylerim. Bir 4 ay kadar vaktin var. 


Başını salladı.


-Evet. biliyorum. Anubis'in hayvanı kalp yiyici Amamet'den dahi dişli bir kız kardeşin var. İsis'den bile kurnaz ve avcı Artemis'den bile güçlü. Olurum da neden? Ve neden bu kadar erken? 


-Birkaç günlüğüne Almanya'ya gidiyorum da. Bilmem sadece biraz tanımış olursun ne yapacağını kestirirsin diye dedim. 


Hınzırca sırıttı kız. Oğlan ise ona uydu. 


*25 Haziran 2020*



sonraki bölüm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p