Ana içeriğe atla

Almanya ve Eos

 Almanya... Burada bulunduğu yıllar boyunca en sevdiği yerlerden birisi olmuştu Patricia'nın. Nedenini bilmiyordu. Bir şekilde hep içine çekmişti. Alman mimarisi Patricia için Italya'nınkinden güzeldi ki Italya'nın yarısını ünlü sanatçı Lorenzo Bernini'nin yaptığı söylendiğine göre Patricia'nın fikri uçuklaşıyordu. Sonbaharda oldugu için sert rüzgar saçlarını savunuyordu. Malikanenin önüne geldi. Beyaz tastan eve baktı ve geliş amacını düşündü. Adalwin Martin. Buraya Adalwin ile konuşmaya gelmişti. Dünyanın en büyük şirketlerinden birinin patronuydu. En zenginlerindendi. Pekala micrasoft'un mucidi ile de konuşabilirdi ancak bu adamın ona daha çok yardımının dokunacağını biliyordu. Konuşmak istediği en büyük şey paraydı. Onun parasına ihtiyaçları vardı. Onun gücüne, silahlarına ve akla gelebilecek her türlü şeye ihtiyacı vardı. 


Malikaneye girmeden önce ayazda durdu biraz. Birden ölüm sessizliği çökmüştü sanki. Içinden bir şey kötü şeyler olacak,gelmek hataydı diyordu. Kafasını iki yana salladı. Bu bir kuruntudan başka bir şey değildi. Merdivenleri adımladı.Kapı açıldı ve esmer bir kız göründü. Kısa boylu ve kahverengi gözlüydü. Hatta siyah bile olabilirdi,siyah gözlerin olamayacağını bilmese pekala siyah derdi, sadece oralarda olabilecek türden siyah gözlerdi. Alec'in ablası Fabianne'de görmüştü o gözleri ve ne kadar nefret etse de Alec'tem hatta Patricia'nın Alec'te sevdiği tek özellik gözleri olabilirdi. Gözlerini korkakça bana kaldırdı ve mırıldandı. Bu kız neden bu kadar fazla Alec'in kız kardeşi Helga'ya benziyordu? Ancak buraya gelmedigine emindi. Sadece bir benzerlik diye düşündü. 


-Buyrun hanımım?


-Bay Adalwin ile görüşecektim. 


Kız başını salladı ve kapıyı ardına kadar açıp Patricia'ya yol verdi. Içeri geçti. Beyaz mermerlerle döşeli ev ona bir mezarı andırmıştı. Kız kapıyı kapatıp ilerlemeye başladı. O de takip etti. Uzun bir koridordan geçti ve nihayetinde hizmetçi kız onu kütüphane olduğunu umduğu yere getirdi ve kapıyı açtı. Içeride başı masaya eğik bir adam vardı. Saçları ağarmıştı. Gözlerinin feri gitmişti. Biraz daha beklese kokacağı kesin ayaklı bir ceset gibiydi adam. Doğrusu ona dedesi Alfred Josephines'i anımsamıştı. Hatta dedesi ,Josephines dükü, buadamdan daha genç ve sağlıklıydı. Hizmetçi kız konuştu. 


-Efendim bu hanım sizi görmek istiyormuş.


-Kimsiniz? 


Adam kataraklı gözlerini ona dikti. 


-Patricia. Sizinle konuşmuştum. Bugün bu adrese gelmemi istemiştiniz. 


Adamın belli ki yaşına rağmen hafızası baya iyiydi. Patricia'nın adını duyduğu anda gözlerinden bir ışık geçmişti. 


-Evet evet hatırladım. Helga tatlım bu özel bir konuşma. Çıkar mısın? 


Isminin Helga olması kızı şüpheye düşürmüştü ancak inanmak istemiyordu. Bu ihtimali aklının bir köşesine yazdı. 


Patricia karşı koltuğunda oturan kıvırcık saçlı kızla düz saçlı kadın arasında bakışları ile mekik dokuyordu. Küçük olan kucağındaki çayından bir yudum aldı. 


-Alalade bir aileye gelin gelmiyorsun Patricia. Biz Westerburglar çok soylu ve üst bir aileyizdir. Sizin gibi ailemizde evlatlıktan reddedilmiş kişi de bulunmaz. 


Patricia Helga'nın büyük büyükannesi Helen'e gönderme yaptığını anlamıştı. 


-Bizim ailemizde de eşini aldatan kimse yoktur ancak bakıyorum ki Alec bir istisna olacak. 


Fabianne araya girdi.  


-Ah Patricia, Helga onu demek istemedi canım. O sizin bizim ailemize ne kadar yakıştığından bahsediyordu. Duruşun, konuşman, düşüncelerin... Sen bir Westerburg'sün. Kaldı ki atamız Adalhard Chlodwig ile Germenialı Helen kardeşti. Soyuna çekmişsin yani. 


Onlar konuşurken içeri lacivert takımı ile Alec girmişti. kıvırcık koyu saçları ve gözleri garip bir şekilde karakterine göre onu çok uysal gösteriyordu. Yakışıklı sayılabilecek yüzünden Patricia tiksiniyordu. Birkaç gece düşünmüştü. Eğer başka şartlar altında tanışmış olsalar Alec'e aşık olbiirdi. Ne yazık ki her şey en başından belliydi ve Patricia zerre kadar sevmiyordu. Karşılıklı olan tek hisleri buydu. 


Hizmetçi kız başıyla onaylayıp çıkmıştı. Adalwin genç kıza döndü. Kambur sırtı onu rahatsız etmiş gibi gerinmeye çalıştı. Bir işe yaramadı. Önündeki kağıtlara tekrar baktı. 


-Benimle ne konuşmak istemiştin Patricia?


İç çekti. 


-Para.


-Neden? Sanki katolik birisine 'Tanrılar gerçek, Zeus'un gazabından korkun!' demiş gibi gözlerini dikip sormuştu. 


-İhtiyacım var. Dünyanın değişmesi için. İnsanların itaat etmesi için.


-Zenginler paraya önem verir mi sence?


Ona baktı. Bu soruyu uzun zaman düşünmüştü. Küçüklüğünden beri. Gece yatmadan önceki korkulu kabusları olmuştu. O Patricia Elizabeth Nooren idi. Ikındık dereceden Doğu Slywa tahtının varisi ilk dereceden de Batı Slywa tahtının varisiydi. Doğduğundan beri aldığı her karar, öğrendiği her şey tahtı ve ülkesi için olmuştu. O tacı zamanı gelince takacaktı. Alec ile kertilmesi, Nana'nın ona verdiği eğitimler... Çektiği onca acı arasında senelerce koca bir ülkeyi nasıl yöneteceğini düşünmüştü. Asla ait hissetmediği insanları nasıl koruyacağını, nasıl yöneteceğini? Sonra bir gün Penelope isminde Kinsey'in psikoloji pröfesörü ve araştırma görevlisi arkadaşı ile olan konuşması neredeyse bir aydınlanmaya neden olmuş, Sokrtaes'i, Platon'u ve daha nicelerini de öğrenince insanlar hakkındaki taşlar yerine oturmuştu. 


-Anne karnındayken annenin yaşadığı şeyler kalıcı olarak bebeğe geçebiliyor ve o da uzun zaman boyunca oğul bireyin içinde yaşayabiliyormuş. 


-Efendim?


Kapının eşiğinde durmuş etrafa bakıyordu prenses. Penelope kapıya yaşlanmış akbaba gibi duran kıza baktı. Içinden Alec ile olan evliliklerinin aslında doğru karar olduğunu geçirdi. "Tanrı şahittir" diye düşündü " Aynı duruşu Alec Westerburg'de de gördüm."


-Kinsey nerede? 


Korkuyla ayağa kalkmış bu sırada da sandalyesi yeri boylamıştı. 


-Işi var diye kestirip atmıştı Patricia. 


-Şimdi,yerden sandalyeyi kaldırmıştı, bana anlat bakalım neymiş bu anne karnı olayı.


-Asla. 


Uzak diyarlardan bir rüzgar doldurmuştu içeriyi. Sanki Boreas'ın kızı karşısındaydı. Rüzgarlar elinde katılaşıyor ve dağılıyordu. Patricia ise sadece gülümsemişti. Penelope'nin rüzgarlara hükmettiğini biliyordu. Aslinda Patricia asla kimin kim oldugu ile ilgilenmezdi. O kadar fazla soyluyu kafasinda tutacak değildi. Ancak Penelope'yi tanıyordu. Nişan günü şapelde olanlardan dolayı. 


-Yapabileceğin bu mu? demişti. Bu mu en iyisi seni küçük taşralı. 


Amacını demek için zaman tanımamıştı. Buz gibi gözlerle ona bakmış ve tek bakışı yeterli gelmişti. Kız acı içinde iki büklüm olmuştu. Rüzgarlar dağılmıştı. 'Tamam' diyebilmişti kekeleyerek. Ancak öyle biraz acısını dindirmişti. Daha fazlası değil. 


-Anne karnında duygusal, kısmen trajik ve trajik olan şeyler,arzular bebeğe aktarılır. Bunlardan bazıları huy bazıları travma bazıları içgüdü olarak gelişir. Bazen eğitimle baskılanır veya ortaya çıkartılır. Bazense şiddetli bir şeyler gereklidir. 


Gülümsemişti. Sonra da acısını dindirip uzaklaşmıştı taş duvarlardan. 


Tekrar Adalwin'e döndü. 


-İç güdü. Ilk insandan beri süregelen açlık, en iyi olma, yönetme isteği. Para her zaman en güçlü silah oldu. Çünkü siz onunla insanların yemeklerini ve hayatlarını kontrol edersiniz. İnsanlar paralarına göre yaşar,giyinir, konuşur, yer, içer, inanır ve dahası. Bu yüzden orta çağda çoğu derebeyi dinsizdi. Ancak kilise hep arkalarındaydı. Çünkü halk fakirdi ve yüce bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyor onları korumasını istiyorlardı. Bunun için kiliselere para yatırıyor onları başka ve özellikle de Vandallar gibilerinden koruyan beylerine sığınıyorlar ancak o beyler de onların acizliklerinden yararlanan kiliselerin devamını sağlıyordu. Ve birlikte ayakta kalıyor zenginlik içinde yaşayıp istediklerini yapıyorlardı. Orta çağda bir sürü kız manastırlarda intihar etmişti. Dayanamadılar. Aynı şey ilk çağlarda tanrılara yapıldı. Aç halk tapınakları yemeklerle doldurdu. Onları yaktı. Ve mitlerde de dediği gibi, çaresiz olmamızı istediler. O yüzden prometheus cezalandırıldı. Çünkü onlara acizlikten kurtaracak tek şeyi armağan etti. Ateşi. Ve insan gelişti. Ancak insana hiç yetmedi. Tek türe indiler. Birbirlerini katlettiler. Para için surlar dövüp tekrar yapıp tekrar dövdüler. Asla savaş nedenleri düşünce bilim olmadı. Paraydı. Cünkü elindekiler en iyisi ile en iyisi geldi. Kabil'in çürük meyvelerine Tanrı en güzeli vermedi. Bunun için ilk cinayet işlendi. Insanlar içgüsel getirdi. Önce en güzeli istediler. Sonra bunu istemeyenlere zorla aktardılar en sonunda içgüselleşti. Bebekler üzerinde yapılan deneyler sonucunda kendine benzeyeni koruma ve en güzeli,en fazlayı seçme diğerini yok etme ve cezalandırma dürtülerini gördüler. Adalet de vardı içlerinde ama size soruyorum, kanlı paranın olduğu yerde adalet var mıdır? İşte bu yüzden herkes paraya aç. En çok da daha fazla kontrol edebilmek için zenginler. 


Tatmin olmuş gibiydi. 


-Evet haklısın. Kanlı paranın olduğu yerde adalet fazla yoktur. Ne istiyorsun? 


-Servetinizi ve her şeyinizi. 


Şaşırdı.


- Neden yapayım? Yapsam bile noter nerede? 


Kapı tak diye bir kuru gürültü ile açıldı. İçeri siyah bir takım giymiş kızıl saçlarını,ilk kez, omuzlarına salmış Sophia girdi. 


-Geç mi kaldım? 


Hiçbir şeyi takmadan geldi ve oturdu. Gözlerini adama dikti. İçinden geçiyordu. Delici gözleri o kadar parlaktı ki ne yaptığını anlaması saniyelerini aldı. Adamı kontrolü altına alıyor, ona emrediyor, adeta Afrodit çocuğu gibi onu etkiliyordu. Ilk defa onun bugün çok güzel ve göz alınamaması olduğunu fark etti. Gözleri kendinde odaklıyor bir çeşit hipnoz için yer hazırlıyordu. Bunu birçok defa görmüştü Patricia. 


Balo salonunda dolaşırlarken Sophia'nın etrafta gözlerini dolandırmasından sıkılmış olan Patricia nefesini hızla verdi. 


-Ne yapıyorsun? 


-Birilerini arıyorum. 


-Ne için. 


-Senin gibi insanlardan nefret edeceğime bana tapınmaları için. 


Önlerine çok hoş giyimli bir genç çıktı. önlerinde reverans yaptı genç. 


-Ben Calesitiliya kontluğu varisi Franz Calesitiliya. Umarim zamanınız guzel geçiyordur. 


Sophia elindeki yelpazeyi sallamıştı. 


-Memnun oldum kont. Elbette güzel geçiyor. Demek bu baloyu tertip eden aileniz. Bir avcınız olduğunu duymuştum o nerede? Hiç karşılaşmadık. 


-Üvey kardeşimden bahsediyorsunuz. Orion. Soyadimizi kabul etmiyor ne yazık ki. Aslında bilmiyorum. Onun sizi tanıdığına dahi inanmıyorum. O böyledir. Tüm gününü ormanda geçirir. At üzerinde. Ah ama hakkini yememek gerek. Kanlı Koruyu avcunun içi gibi biliyor. 


Patricia ne yaptığını anlamaya çalışırken Sophia'yı izliyordu. Onun ise gözleri parıl parıldı. Cok guzeldi. Birkaç dakika sonra Franz konuşmayı kesmiş ve kendini rezil edecek hareketlerde bulunmuştu. Ve berbat olan tarafı ise Franz'ın bunu çok net hatırlayıp anlatması olmuştu. Kral 12. Luis kızı Sophia'ya hatrı sayılır bir ceza vermiş ve birkaç küçük kököyü daha bu talihsiz olay nedeni ile özür amaçlı Calesitiliya Kontluğuna devretmeyi önermişti. Ancak öneri Hanner-Mctawisch kontluğu tarafından reddedilmişti. Ancak bu olay Sophia'yı durdurmamıştı. Tehditler, ölümler sadece Sophia'nın basit eğlencesinin sonucuydu. Yaşamak isteyenler suskun kalıyordu. Elleri kanlı prenses artık Eos'un ellerinin kanlı olmasından daha uzak gerçeğe daha yakın ellere sahipti. 


Sonunda adam Patricia'dan belgeleri istedi. Imzaladı ve Sophia'da onları onayladı. Biliyorlardı. Yüzlerce defa yaşamışlardı. Eğer giderlerse adam her şeyi hatırlayacaktı.Başlarının belaya girmesi an meselesi olacaktı. Kendi evrenlerinde bile aranıyorlardı. Pek sevgili sadrazam sağ olsun. Patricia ayağa kalkmaya yeltendiği sırada kardeşinin buz gibi metal mengeneleri andıran ellerini bileğinde hissetti. Öyle bir tutuyordu ki hareket edemiyordu. Aşırı güçlüydü. adamla olan göz temasını kesmiyordu. En sonunda adam ayaklandı ve gözlerimiz önünde pencereden kendini soğuk ayaza bıraktı. Sanki onu rüzgarlar taşıyabilirmiş gibi... Gözleri büyüdü Patricia'nın. O ölümlerden nefret ederdi. Tahta oturunca misli ile bunlara şahit olacağını bilse de kalbi kaldırmıyordu. Yutkunamadı. Suratı allak bullak oldu tekrar. Maskesi düşmüştü. Su an çırılçıplak bir Patricia idi. Sophia ise onun aksine bir o kadar giyinikti. Kardeşi ise soğuk kanlılıkla ayağa kalktı belgeleri topladı. Patricia'yı da kaldırıp kapıya yönlendirdi. 


-Nerede ne kadar zaman harcadın bilmiyorum ama kötü şeyler oldu şu bir buçuk günde. Şimdi gidiyoruz.


Çantasından çıkardığı şalla saçlarını örtüp kimse görmeden dışarı çıkardı kendilerini. Gözükmek istemediğine emindi Patricia. Gözükmediklerini sanıyorlardı. Ancak orada öyle dikilen sarışın genci ağaçların arasından seçememişlerdi. 


*6 Kasım 2020*


sonraki bölüm



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness