Ana içeriğe atla

Ölüm Şarkısı

 İnsanlar ölmek için doğar ve bunu bilerek yaşar. Ölümün soğuk nefesini ensenizde hissetmediğiniz bir an bile var mı? Ondan kaçtığınız peki? Biraz zenginseniz her şeyi yeneceğiniz hissine kapılırsınız. Onun o selinde akar, yönüne göre ballar,hurmalar toplarsınız. Ancak Thanatos veya Anubis gelip kapınızı çaldığında ölümü bir yere tıkacak yer ararsınız. 


Antik Yunan'da Sisifos isimli bir adam bunu başarmıştı. Ölümü, kara kanatlı bakır tenli meleği, bağlayıp yatağının altına tıkmış senelerce ölümle koyun koyuna uyumuştu. Ölümün olmayışını fark eden ilk kişi tanrı Ares'ti. Savaş arabasında insanların birbirlerini kılıçtan geçirmesini büyük bir zevkle izlerken neden 3 gün olduğu halde savaşın bitmediğini, yerlerin cesetlerle kaplanmadığını merak etti ve ölümü geçebilen tek olimpos'luyu yani kardeşini Hermes'i yanına çağırdı. Kanatlı ayakkabıları ve kolları ruhları günlerdir tutmamış tanrı Hermes hızla yanında bitti. ve ares insanların ölmediğini çünkü ölümün olmadığını gördü. Bunun üzerine onu aramaya başladı. Savaş tanrısı çok kızmıştı en sevdiği şey, savaş arenalarında acı çığlıkları dinlemek artık yoktu. En sonunda herkes Sisifos'u gösterdi. Sonunda Thanatos'u bulan Ares Sisifos'u öldürdü. Ancak bu sefer Sisifos tekrar kaçtı ve Hades fark edene kadar tam 3 yıl ölümü oyaladı. 


Onun kaçmış oluşu Adalwin'in de kaçacağı anlamına gelmiyordu. Evet kurumuş elleri, boş bakan gözleri, bazen bir makinayı andıran hırıltılı nefesi ve tutmayan eklemleri ile zaten bir ölüydü o. Ancak ölüm bu kadar yakın olamazdı. Bunların olmasına rağmen o Ziferos'u,batı rüzgarını, çağırmış gibi kendini yuksek gokkubeye bakan 3.kat pencerisinden kayıtsızca gözlerinde ölümün huzurlu ifadesi ile aşağı bırakacak kadar sorunları yoktu. 


Ölüm ne kadar güzel şey... Sonsuz uyku... sadece birkaç adım ileride. Soğuk rüzgarın bedenini yalayıp geçtiğini, saçlarını okşadığını ve son kez kar kokulu havanın ciğerlerine dolup hızla boşalırken bir daha nefes alamanın ne kadar güzel olduğunu düşün. servetin var. Minos'la konuşabilir seni krallar gibi yaşatması için ikna edebilirsin. Azrail'e selam verirsin belki... Seni cennete Hurilerin arasına bırakırken güzelce gülümsersin. Yorulmadın mı? Tanrı, bağışlayıcı olan, seni bağışlar. onun kolları en rahatı. Bir kez olsun sığındın mı ona? Onun kızları ile oğulları ile yani bizlerle konuştun mu? Şimdi tam sırası. Bak bir kuş. Kanat çırpışı çok güzel. bak yıldızlara, güzelliğini görene kadar ne sıradan. Peki aldığın hava... İnsanı sevmek. İnsanı sevdin mi? Ne güzeldir merhamet, hiç denedin mi? İşte sırasını. Kendine merhamet et, merhamet!.. 


İnce kız sesi onu etkilemişti. Beyni artık durmuş bedenini sarmış ipleri hissedebiliyordu. Nefes alışverişleri dahi durmuştu. Uzun zamandır seçemediği ancak her harfine kadar ezbere bildiği odada ayaklarına boyun eğip kalktı. Ağır aksak, bir o kadar da zarif, pencereye gitti. Sanki görüşü daha iyiydi. Başkasının gözleri ile görüyor gibiydi. Başkası gibi hissediyordu. Karşısında uzanan sonsuz göğe baktı. Ayaz ısınmıştı sanki. Italya'dan, Yunanistan'dan veya pekala Türkiye kıyılarından esen bir rüzgar gelmiş gibiydi. O zaman anladı aslında soğuklar ülkesi olduklarını. Rusya ile karşılaştırılamazdı ancak Italyan rüzgarları çok daha ılık kısmen iliklerini ısıtmıştı. Beyninin arka tarafından bir ses büyü diyordu. Büyü yapıyor sana, bu kadar kolay olamaz. ancak dudakları itaati kesmişti. 'Tanrım' diye bağırarak kendini göğe bıraktı. 


Babasının beyaz bedenini görünce kendi de beyazlamış sanki onunla bir ruhu çekilmişti. Ölümün onu bulma huyu mu vardı?Kısmen gençken, gençliğe ilk adımladığı günlerde, can sıkıntısından telefonu kurcalarken daha birkaç hafta önce ölen büyükannesinin mesajını bulmuştu. ölüm... Peki, ya gök. Korkunç sessizlik... Iliklerine kadar hissediyordu şimdi. Gözleri hızla ,sanki yaptıkları bir günahtan kaçarcasına koşan iki kadına takıldı. Buz tutmuş parmakları arasındaki poloroid makinayı kaldırdı ve yüzleri seçilirken bir fotoğraf çekti. Onlar çıkana kadar ağaçlarla kaplı yerden intikama aç ve yeminli bir kurt gibi onları izledi. Onlar çıktıktan hemen sonra Helga yanında bitti. Kaskara adeta kömürden olan gözlerini ona dikti. 


-Yakmamızı istemişti. Ritüeller. 


Sonunda genç ,sarı saçlarını karıştıran rüzgarın uğultular halinde getirdiği sese uyandı ve o tarafa baktı. Başını salladı. 


-Bu...


-Anlıyorum kötüsünüz ama vasiyetini yerine getirmek borcumuz. Ve bunları buldum. 


Helga'nın küçük elinde birkaç kağıt duruyordu. Aldı sarışın ve bakmaya başladı. tüm hisselerin devredildiğine dair birer kopya. Yutkundu


- Sence bu bir cinayet mi? 


-Boğuşma izi yok. inanmazlar. 


-Tehdit?


-Tanımadıkları bir adamı ne ile tehdit edecekler? 


Tekrar soğuk havayı ciğerlerine doldurdu. 


-Tamam halledelim şu işi. 


Kızın kömür karası gözleri kor alevler halini aldı. Öyle ki, gözlerinin dışına sıcak kıvılcımlar taşıyor ısı havayı dalgalandırıyordu. Kozdan elleri ile Adalwin'i tuttu.


Ateş diye düşündü Helga. Sıcaklar ve ateş onun yaşam alanı olmuştu. Elleri tanıdık bir şekilde karıncalanıyor ısınıyordu. Kollarından dalga dalga güç ellerine geliyordu. Gözleri önünde kızıl ve turuncu benekler oluşmuş bedeni ağırlaşmıştı. Sanki toprağa batıyor bir yandan da cayir cayir yanarken hafifleyip havalaniyor gibiydi. Etrafı duman kaplamış yanan odun kokusu yayilmıştı. Ve biraz da kanla et... Ölmüş bir adamın bedeninin kokusu. Benjamin'e döndü. Gözleri önünde hala daha benekler cirit atıyordu.


-Ne yapacaksın Benjamin? 


-Peşlerine düşüp intikam alacağım. 


Kız şeytani ve de ürkütücü şekilde güldü. Sana nasıl yardım edeceğimi biliyorum çünkü onları yakalamak üzerine gönderildim gözleriydi. 


-Seninle tanışmak isteyen birisi var. 


Uzun ince, saçlarını omuzlarına salmış, uzun eteğini elleri arasında kabaca toplamış bir kadın yavaşça yaklaştı. Dolgun dudakları sahte bir üzüntü ile büzüldü.


-Başınız sağ olsun. Ben Penelope. Bir infaz emri üzerine ben ve birliklerim buraya geldik. Sanırım aynı kişiler için. 


Içerideki büyük, beyaz ve kırmızı kirmasi koltuklardan birine oturdu Penelope. Hafif kabarık kadife elbisesi bir yelpaze gibi yanlara açılmıştı. Delici gözlerle etrafına bakıyordu. Sırıttı. Onların üzerindeki ödül paha bicilemezdi onunca. Zümrütlerin, yakutların arasında yaşayacaktı ve hepsi de sosyal alanda sıfır olan saf Kinsey sayesindeydi. 


Karşı koltuğa oturan Benjamin'e baktı. Sarı sarı saçları ve mavi gözleri ile tipik bir almandı. Uzun boylu ve güçlü kuvvetli duruyordu. Ancak gençti. Öyle bir adamın onun babası olabilmesi neredeyse imkansız olacak kadar genç. 30'lu yaşlarındaydı, daha hayatın tokadını yemediğini tahmin etti Penelope. Sonra kendisi buna içten içe güldü. Sanki kendisi çok yaşlı bir kadındı. 27 yaşındaydı daha ve şuanda bunları düşünüyorsa kim bilir yaşlanınca neler düşünecekti. 


Benjamin Penelope'ye baktı. Içi bir intikam ateşi içindeydi. Bu ateş yükseliyor onun boğazını tırmalıyordu. Gözlerini ondan çekmeden konuştu. 


-Onlar kim?


-Düşman.


-Ah anlıyorum. 


Benjamin basını salladı. Sonra da kahkahalar atarak ellerini çırptı.


-Bravo! Beni aydınlattığınız için teşekkürler! 


Penelope bu alaycı tavır karşısında göz devirdi. 


-Anlatmamaliyim ama bu özel bir durum. Onlar insan değil. Buraya bir amaç için geldiler. Ancak bizim yasalarımızı çiğnediler. Bunun üzerine infaz emri çıkartıldı. Ve başlarına büyük bir ödül konuldu. Biz de bunun için burdayız. Onları infaz etmek için. Hoş Joseph infaz etmedi...


-Ama artık ajanımız. Olan biteni bize bildirecek. Nedenini anlamıyorum ancak gayet mantıklı bir hareket bu. 


Helga başını hızla aşağı ve yukarı kendi dediği cümleyi onaylarcasına salladı. 


-Bu yüzden Helga ateşe hükmedebiliyor. Buradan değil. Tahmin etmem gerekirdi. 


-Cok safmışsın.


Gülümsedi Penelope. Arkasına yaslandı. Onları bulmalılardı.


-Peki ya senin şu Joseph, neden hala bize yerleri ile ilgili bilgi vermedi?


-Daha zamanımız var. Eğer pat diye haber verirse ondan şüphelenirler ve Joseph'i uykusunda boğarlar! 


Pek inandırıcı gelmemişti. Joseph nam-ı diğer Merkür , insanları kandırmakla ünlüydü. Asla güvenemezdiniz ona. Her dediği ya yalan olurdu ya da çarpıtılmış bir gerçek. 


-Eski nişanlısının bulunduğu bir yerde kalıyor ve yerlerini bize söylemiyor. Sence de garip değil mi? Hala daha Daniela'yı seviyor olmasın.


Helga komik bir şey söylemiş gibi güldü. 


-Hayır, tabi ki hayır. O onunla severek evlenmeyecekti. Anlaşma evliliğiydi onlarınki. Birbirlerini daha güçlü yapacaklardı. Bu düşüncedeki bir adam onu korumaz. Joseph ondan neredeyse nefret eder. Gelirkenki gözlerini görmedin sanırım. 


Daniela nefes nefese doğruldu ve Joseph'e baktı. 


-Senden bunu istemedim! 


Dedi. Uzun zamandır sesi ilk kez yüksek çıkmıştı. Çağlayanlar gibi. Kıpırdadı Joseph. 


-Hayır, Dedi kendinden emince, Tam da bunu istedin. 


Daniela yanan yanaklarına elleri ile yelpaze yaptı. Joseph'den tarafa bakmıyordu. Zaten ona bakamıyordu bile.Onu hala seviyordu. Bakınca utanıyor bakışlarını kaçırıyordu. Ancak Joseph onun aksine onu süzüyordu. Gri gözleri onu delip geçiyor adete her santimini beynine kazıyordu. 


-Benden sana nasıl dövüşmen gerektiğini öğretmemi istedin. Ben de öğretiyorum. 


Ona doğru döndü Daniela. Bukleli sacları bandanasından kurtulmuş yanaklarını çerçeve gibi çevreliyor, iki farklı gözü ışıl ışıl parlıyordu. 


-Bundan kastım her seferinde beni yere yık ve yen değildi. 


Komik bir şey söylemiş gibi güldü Joseph parke üzerinde sanki en rahat yerde yatıyormuş gibi yatmaya devam ederken.


-Eğer bir şeyi öğrenmek istiyorsan prenses, düşmen gerekir. Düşeceksin bir daha ayağa kalktığında aynı adımları atıp aynı tuzaklara düşme. 


Sana aşık oldum ben. Düştüm. Ama hala aşığım. Ben de etkili değil sanırım diye düşündü. Sonra da kenarda duran hançere atıldı.  Joseph bu hareketi bekliyordu zaten. Hançeri ondan önce kaptı ve tek kolunu Daniela'nin kollarına dolayıp sırtını göğsüne çekti. Hançeri se havaya kaldırdı. 


-Çok yazık. Çok yavaşsın Daniela. 


Derin bir nefes aldı. Gözlerini ciddi misin der gibi Joseph'e dikti. Aklına gelen şeyle gülümsedi. Ancak yapmak istemediğine karar vermesi bir an kadar sürdü sadece. Evin sular altında kalmasından memnun olmazdı diğerleri. Nefes nefese baktı. 


-Tamam anladım. Ama çok yoruldum. Lütfen sonra devam edelim. 


Joseph olur diye kafasını salladı. Kollarını Daniela'nin kollarından çözüp ayağa kalktı ve hançeri kınına koydu. Gerinirken belinde bir şeyin hareket ettiğini fark etmesi ile Daniela onun boynuna hançerin soğuk kısmını dayadı. Neseyle cıvıldadı kulağının yanında. Öyle ki Joseph kalbinin buzlarının eridiğini hissetti. Kollarına alıp onu öpücüklere boğma isteği kalbinin ortasına oturdu. Ancak bu isteği rafa kaldırmaya karar verdi. 


-Sanırım başardım. 


-Evet.


Diye mırıldandı Joseph. Elini onun geniş omzunu kavramaya çalışan küçük elin üzerine koydu. 

Daniela kızarmıştı. Hızla hançeri Joseph' in boynundan çekip uzaklaştı ve karanlığa gömülü koltuklardan birine oturdu. Kinsey içeride bir yerlerde uyuyor olmalıydı. Bu sabah çok gece saatte uykusuz gelmiş ve hava kararana kadar uyumamakta diretmişti. Saat 7 civarında Güneş gitmeye başladığında zor uyutmayı başarmıştı Daniela. 

Sophia Sabah 5 gibi apar topar çıkmıştı. Bu saate kadar da gelmemişti ne Sophia ne de Patricia. Endişelenmiyordu. Ancak sadece onlar da değil Ash de yoktu. Ash'i aramak istemiyordu. Kinsey'i tek bırakmak da istemiyordu. Bıraksa dahi Joseph'e hala güvenmiyordu. Bu nedenle bir an önce kardeşlerinin gelmesini istiyordu. Karanlık koltuğun yan kısmi çöktü. Joseph yanına oturmuştu. Yorgunca basını Daniela'nin omzuna koydu ve elini uzattı.


-Hançer. 


Daniela elindeki hançeri Joseph'e verdi. O da tekrar kınına koydu ve boş gözlerle karanlığa baktı. 


- Bir nefes kadar uzaktasın bana 

Ve bir nefes kadar yakınsın bana

Geceleri ve gündüze bağlayan 

Yıldızlar ve de saatler kadar uzak bana.


Daniela Joseph'e baktı. Şiir mi okumuştu o. Joseph de ona bakıyordu. Gülümsedi. 


-Içimden geldi. 


Daha da şaşırdı Daniela. Merkür lakaplı Joseph Zeit'in içinden ona şiir okumak mi gelmişti. Joseph onun şaşırdığını biliyordu. Sağ bileğini boyunca duran yarayı öptü ve onun omzunda gözlerini kapadı. Daniela karanlığa bürünmüş odada gözlerini kırpıştırmaya uyanık kalmaya devam etti. 


-Gördüm! 


Dedi Penelope. Ama bu onun için yeterli değildi. Hicbir zaman böyle basit bir şey yeterli gelmemişti. Engelbertha'nın bir şeyler yaptığını umut etti. 


-Engelbertha'dan haber var mı peki? 


Bu konuşmanın geçeceğini biliyormuş gibi ev telefonu çaldı. Helga telefonu açtı. Hattın onur ucundan küfürler eşliğinde ince bir ses geliyordu. 


-Ah merhaba Helga. 


Dedi ince ses. 


-Ben Engelbertha. Kinsey elimden kaçtı. Ancak hepsini yakalayacak bir şey buldum. Birisini. Bu oyunu biz kazanacağız söz veriyorum. Yarın Amerika Calirfornia'ya gelir misiniz. Caltekh' in önünden sizi alırım. Tanışmanızı istediğim bir arkadaş var. 


Bir sessizlik oldu ve tekrar küfür duyuldu. Bu seferki ahizenin dibinde edilmiş kadar yüksekti. 


-Ash, merhaba de! 


-Asla diye tısladı Helga'nin Ash olduğunu düşündüğü delikanlı. 


-Awww peki. Neyse sizi bekliyorum. Tchüss!


Telefon kapandı. Helga telefonu bırakıp Penelope'nin yanına geldi.


-Ash diye birisini yakalamış ve bir şeyler planlıyor. Kinsey'i elinden kaçırmış. Ancak hepsini tuzağa çekebileceğine inanıyor. Bizim de yarın Amerika California'da olmamızı istediğini söyledi. Caltekh' in önünden alacakmış. 


Penelope ne planladığını bilmiyordu ancak o engereğe güveniyordu. Benjamin'e baktı. 


-Eeeee Benjamin Martin, bizimle büyük bir savaşa ve de yıkıma girmeye hazır mısın? 


Benjamin oradaki tablo ile uğraşması bitmiş eline bir silah almıştı. Sırıttı. 


-Tabii ki hazırım Leydi Penelope. 


*8 Kasım 2020*


sonraki bölüm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness