Ana içeriğe atla

Beklenmedik Bir Düğün ve Serzeniş

 Alec'in bir Westerburg oluşu ve Germenia Markisi olması ile birlikte hiçkimse ona "bu yanındaki yüzü isle kaplı adam da kim? Ve neden kral 12. Luis'e benziyor?" diye sormamıştı. Daha doğrusu sormaya cesaret edememişti. Onlar da saçlarını tiftikleri, suratına is sürüp sakalına iki üç çalı sıkıştırdıkları pejmürde kıyafetlerle bir kralı Josephines dükalığına geçmişlerdi. Orion en arkadan yürürken Alec yine aynı başına buyrukluklukla en önden yürüyordu. Uzun burçlarla çevrili siyah siyah kapıları ve beyaz balkolarin zıtlık oluşturduğu ürkütücü bir büyüleyicilikteki Seren kalesi önünde durdular. 


Alec krala bakmadan konuştu. 


-Burası neden bu kadar ürkütücü? 


-Burası Josephines Klanı toprakları. Eurudike sürülmeden önce dahi bulunan klan. Cadı klanı. Cadı dediğime bakma. Güveneceğin tek klan olabilir. Asil ve asıl soy olduklarına inandıkları için sözlerini tutar ve ne pahasına olurlarsa seni korurlar. Ah ama kimse onları sevmez. Cadı oldukları için. Maddeline Josephines klanindan gelen ilk kraliçe ve insanların çoğunun ondan korkma nedeni de bu. Ancak tarihçiler bir konuda hem fikir. Maddeline Germenia'lı Helen' den sonra gelen en iyi kraliçe. 


Orion krala baktı. Kralın karısı hakkında konuşurken gözlerinin içinin parlamasını imrenerek izledi. Sonra tekrar fark etti Caitriona annesine babası asla öyle bakmamıştı. Sonra Caitriona'nın kaderine tekrar üzüldü. Tam biraz daha üzülecekti ki kalenin kapıları açıldı. Onlar da içeri girdiler. 


Dük Alfred artık yaşlanmıştı. Önceleri kuzguni siyah olan saçlarına karlar düşmüştü. Kahverengi gözleri yere dökülmüş ağaç kabuğu rengindeydi.  Boş boş baktı. 


-Lord Alec. Bu ne hoş supriz. Peki yanınızdaki beyfendiler kim? 


Hiçbir art niyeti yoktu. Alfred zaten çok nazik birisiydi. Gözleri pejmürde kıyafetler arasındaki krala gelince oyalandı. Alfred'in hafızası keskindi. Birlikte asker yetiştirip devlet hakkında konuştuğu; kızını emanet ettiği adamı, pejmürde kıyafetleri olsa da Luis'i tanıdı. Gözleri aydınlandı. 


-Oğlum! Gel gel burada kimse Jackson'a bir şey demez. Kızım Maddeline bana dedi. Jackson her şeyi baskıyla elde ediyormuş merak etme. Geç içeri. 


Tekrar gözleri kısıldı ve Alec'e baktı. 


-Bu genç adama güveniyor musun Luis? Onunla Jackson'ın ne kadar yakın olduğunu biliyorsun. 


- Ben kefilim efendim. Eğer bir sorun olursa okum gırtlağını delecektir.  


Bunu diyen Orion'du. Dimdik durup Alfred'e baktı. Yaşlı adam güldü. 


-Desene evlât. Sen Caitriona'nın bahsettiği genç adam mısın? 


Duruşu dikleşti. Başıyla onayladı. 


- Evet efendim. Ben leydi Caitriona'nın üvey oğlu ve avcısıyım. 


-Seninle tanışmak bir şeref delikanlı. Ah o kadar fazla benziyorsun ki torunuma. 


-Hangisine efendim? 


-Ah yapma Luis, Kinsey'e tabiki. Baksana. Aynı cengaver bakışlar, aynı dizginlenemeyen arzu, aynı denizler kadar dalgalı kişilik... Duruşları bile aynı. Ah ama ben bilirim. Kinsey hep Patricia'yı örnek aldı. Ama seninkisi oğlum çok başka. Kendi yolunu bulman nasıl da güzel ve onure edici. 


Bunu bana Caitriona bahşetti demek istedi Orion. Ancak Alfred eliydi sus yaptı. 


-Tahmin ediyorum oğlum. Benim değil diyorsun. Ancak hayır . Görüyorum. Auran parıl parıl parlıyor. Sende bu potansiyel var. Caitriona da bunu görmüş olmalı. 


Alec araya girdi. Sabırsız gibiydi. Saçları üzerine kondurduğu şapkasını çıkartmışve elinde dürüyordu. 


-Efendim acaba içeri geçebilir miyiz? Ayakta durmak çok sıkıcı ve yorucu. Ha sizler holde durmayı sevdiyseniz ben içeri geçeceğim. 


Içeri doğru adımladı. Alfred ise başını sallayarak güldü. Peşinden o da içeri geçti. Içerideki odada kraliçe Maddeline ile annesi Eliza karşılıklı oturmuştu. Ancak Maddeline girişin tersinde kalan arka bahçeyi pencereden gözleri özlemle, hiddetle parlıyor hatta yanlarından kıvılcımlar çıkıyordu. En azından Alec en başta öyle sandı. İlerleyip reverans yaptı. Saygı? Tabiki onlara saygı duyuyordu ancak Jackson onun için daha değerliydi. Hâlâ daha. Ancak şuanda önemli olan kendi itibari idi. 


-Ekselansları... 


-Sürülmüş,  kendi kurduğu ordu çocuklarının infazı için kullanılacak olan birisi kraliçe kabul edilebilir mi? 


Bakmadan konuşmuştu. Sesi çatlıyor, hiddetten kalınlaşıyordu. 


-Peki neden Jackson'a karşı durmadınız? 


Işte bu düşmüş kraliçeyi delirtti. Yay gibi gerilen kadın ayağa fırladı ve Alec'i tuttuğu gibi duvara yapıştırdı. Kolunu adamın boynuna bastırırken hırladı. Bu arada Alec "Bu aileden neden sürekli dayak yiyorum?" diye düşünüyordu. Tehdit edilmiş, kafası yarılmış, tekrar tehdit edilmişti ve şuanda da boğazı sıkılıyordu. 


-Seni küçük sıçan! Ne demek neden karşı durmadım? Acaba birisi benim lehime konuşup halkımı ayaklandırmakla ve çocuklarımı gözlerim önünde sallandırmakla tehdit ettiği için olabilir mi? 


Öksürdü Alec. 


-Ölülere hayat üfleyebiliyorsunuz. Peki neden bu kadar korkuyorsun? 


Kolunu çekip yere fırlattı Alec'i. Üzerine doğru geliyordu ki kocası Luis onu yakaladı. Kadın çıldırmış gibi çırpınıyordu. 


-Ölen birisine tekrar hayat üflemek onu ölü bırakmaktan daha kötüdür! Sonsuza dek bir ölüyle yaşarsın! Laneti üzerine çekersin! O ruh da senin ruhun da karanlığa bürünür. Karanlık kanatların olur, ölüm asla seni bırakmaz, asla huzur bulamazsın! Lanettir bu! Ölümden daha korkunç bir ölümdür sadece. Acıdır. Göz yaşıdır. Nasıl kendi kızlarıma bunu reva görürüm?! Nasıl prenseslerime kıyarım? 


Doğruldu Alec. Zar zor nefes alırken güldü. Omuzları sarsılıyordu. Histerikti gülüşü. Kıvırcık saçlarını eliyle geri attı ve hırıltılı nefesini üfledi. 


- Evet kıyamazsınız ancak kıydınız. Siz de eşiniz de kıydınız. Gözyaşlarını hiçe saydınız. Kendinizden göz göre göre gelen bir ölüm olmadığı müddetçe sizin umrunuzda bile degiller... 


Sözleri bölündü genç adamın. Bir tokat sesiyle. Maddeline Luis'in kolları arasından sıyrılmış ve Alec'e tokat atmıştı. 


-Sakın bana çocuklarımla ilgili ithamlarda bulunma. Ben asla bunu hissetmedim! Sakın! 


Çıldırmış gibiydi kadın. Sinirle onu tekrar yakalayan kollar arasında debeleniyor, küfürler ediyor, lanetler savuruyor ve ağlıyordu. Dalgalı sacları birbirine karışmış kara gözlerine kan oturmuştu. Kocasına döndü, hınçla yumruklamaya başladı göğsünü. 


-Senin yüzünden! Senin yüzünden! Kaybol! Kaybol! 


Edinburgh'tan Londra'ya geçmek için bilet almıştık. Hâlâ daha Kenneth ile konuşmamaya çalışıyordum. Çünkü rahatsız olmuştum. Sanki ben boşuna üzülüyormuşum gibi davranıyordu. Belki de bana öyle geliyordu. Eskiden de bu yüzden aglamamaya çalışırdım. Belki de bu yüzden Kenneth'ın dediği şey bana ağır geliyordu. Uçağın kalkacağı saati beklerken volta atıyordum. Dönüp durmamı bir el engelledi. 


-Efendim Kenneth! 


-Bak özür dilerim. Tamam mı? Öyle demek istemedim. Neden dediğim her şeyi yanlış anlıyorsun? 


-Yanlış anlamıyorum. Ben sadece, sadece hayatımda ilk defa birileri beni her şeyden önce koydu dedim. Beni diğerlerinden aciz görmüyor dedim. Güçlü olduğumu kabulleniyor dedim. Ama yaptığın şey aslında bu değilmiş. Gizliden gizliye Daniela'ya hayranlık besliyormuşsun! Desene, ona yanaşmama nedenin Hermes mi?! 


Bana şaşırmış gibi bakıyordu. Anlayamıyordu. Bir şeyler onu şaşırmıştı. Doğru tahminlerim olduğunu düşündüm. 


-Alakası bile yok! 


-Ne demek yok? Eminim ki öyledir. 


- Neden öyle olduğunu düşünüyorsun? Daniela'ya bakmıyorum. Onun zorluklar yaşadığını söylememi nasıl buraya çektin? 


-Çekmiyorum! 


-Hayır efendim çekiyorsun! 


-Bırak kolumu gideceğim.


-Hayır burada kalıyorsun, konuşuyoruz. Kafandaki benim hakkımda daha ne kadar yanlış şeyler kuruyorsun merak ediyorum doğrusu. 


-Ne mi kuruyorum? Eğer biraz olsun ketum davranmasan kurmama gerek kalmaz. Müneccim değilim ben sana bakınca şıp diye tanıyayım. 


-De bakalım o zaman ben nasıl birisiyim? 


-Yalancısın Jones. Kafanı babanla bozmuş, onun gibi olmamaya uğraşırken ona daha da benzeyen bir yalancı! Daha kendisi dahi ne hissettiğini bilmeyen birisi! Bir de fizikçi olacaksın! Bu dunyada bilimin neden ilerlemedigini anladım, hepsi senin gibiyse eğer buraya kadar gelmiş olman dahi mucize. 


Işte o zaman ilk defa gerçek anlamda Kenneth'ın gözlerinde duygu gördüm. Parçalanmışlık ve pişmanlık. 


Delikanlı kapıyı dövüyordu. Tekmeler savuruyor, küfürler ediyor çırpınıyordu. Ama hiçkimse onu o karanlıktan çekip almıyordu. Phobos orada, karanlığın içinde, oturmuş kahkaha atarken onu izliyordu. Bir anda kulağının yanında bitti. Hiddetle tısladı. 


-Seni istemiyor. Onun gibi olmanı istiyor. Kurtulamayacaksın! Benim ellerimdesin. Asla kurtulamayacaksın! 


Kenneth kehribar gözlü adama döndü ve dondukça baktı. Bir anda tüm duyguları ve enerjisi çekilmişti de o ölmüştü. Konuştu. Hayır ölmemişti. Gayet canlıydı. 


-Antlaşma yapalım. 


-Antlaşmaları severim. Söyle bakalım Kenneth, nedir teklifin? 


-Eğer ben babamdan farklı olarak kendim bir yerlere gelirsem beni bırakacaksın! Eğer babama benzersem ve karanlığa çekilirsem kafama silahını doğrultup beni alacaksın. 


Elini uzattı. Phobos ise sırıtarak elini sıktı. 


-Anlaştık Kenneth. Bunu daha çok sevdim. 


Şuanda ise Kenneth'ın çevresini uzun zamandır görmediği karanlık sarmıştı. Onu çekip çıkarmıştı. Son kez çırpınıyordu artık. Phobos geliyordu. Antlaşmaları için. Kinsey'in omuzlarından tuttu ve sarstı. 


-Babama mı benziyorum? Onu tanıyor musun ki? Benim neler yaptığımı hayatımı neye satıp kaybettiğini biliyor musun? Onu geri almama yardim etmeyecek misin? 


Kız burukca gülümsedi. Kenneth çok sevdiği kahverengi gözlerinde bir umut aradı ama bulamadı. 


-Üzgünüm Kenneth. Ben kendi hayatımı geri almaktan acizim. 


Işte o anda Phobos' un eli Kenneth'ın ağzına dolandı. Kenneth yay gibi gerildi ve karanlığa çekildi. 


Gözleri yerinden fırlamıştı Kenneth'ın. Sonra acı verici şekilde gerildi. Bayıldı. Yanına çöktüm hemen. Kafasını çok sert çarpmamıştı. Çığlıklar atıyor yardım dileniyordum.  Kimse gelmeyecek gibiydi. Gelmedi. Ben de kendimi toparladım ve sırtını duvara dayayıp ayılması için uğraştım. Bir-kac 10 dakika, ki  bana saatler gibi gelmişti, gözlerini açtı. Gamzesini çıkartacak şekilde çenesini sıkıp başını ovdu.  Etrafına bakındı. 


-Kinsey... 


Iç çektim. Ona karşı daha kırıcı olmak içimden  gelmiyordu. Benden sakladığı bir gerçekliği vardı, ben ise bunu öğrenmeden durmak istemiyordum. 


-Kenneth... Bak sana karşı düşüncelerim hala tam değil tamam mı? Ondan dolayı lütfen dediklerimi ciddiye alma. 


-Sence ben babam gibi miyim? 


-Bilmiyorum. Onu tanımıyorum. Seni de öyle. 


-Beni tanıyorsun. 


-Hayır tanımıyorum. Sen kendini kapatıyorsun. Kara kutusun. 


Kenneth Kinsey'in arkasına bakıyordu. Phobos uzaklaşıyordu.  Demek ki ya sanşı vardi ya da babasına benzemiyordu. 


Seren kalesi olduğundan daha sessizdi. Belki de birkaç saat önce yaşanan krizden sonra yüzyıllık bir uykuya dalmıştı. Kraliçe Maddeline aylardır olduğu gibi boş ve medeniyetten uzaktaki kale korulugunda düşünerek dolanıyordu. Josephines olması bir kez daha Önüne set çekmişti. Josephinesler olarak medeniyetin getirdiği şeyleri reddedip eski usul işler yapmak bir gelenek hâline gelmişti. Yoksa etraflarındaki "modern aletler" büyü güçleri altında çıldırıp parçalanıyor, işlem göremez  hale geliyordu. Bu tabiki buradan çıkıp dışarıda ne olduğunu öğrenmek için berbat bir durumdu. Kraliçenin kimseye ulaşamıyor oluşu ise kızlarının durumunu öğrenmemesine yol açtığı için  yavaş  yavaş  kadını öldürüyordu endişe. Endişe ki en sinsi ve ölümcül hastalıktı. Kraliçe ise bu hastalığın çoktandır pençesindeydi. Sinirsel zayıflıklar, sabahlara kadar ağrıyan bir et yığını olarak gördüğü beden, öksürüp durmaktan harap olmuş bir boğaz ve ses telleri, sabahlara kadar süren ağlamalar, günde  sadece 2 saatcik yarım yamalak ve kabuslarla süslü bir uyku... 

Maddeline bazen gerçekten ölse çok daha güzel olacağına inanıyordu her şeyin. Korulukta dolaşırken peşinden gelen ayak seslerine döndü. Karşısında Luis'i görünce ise görmezden gelmeye karar verdi. Ölü bir kadın gibi yürüdü. Hoş 4 tane kızının boynunda urgan durup oğlu da onu annelikten reddeden bir kadın ne kadar canlı olabilirdi ki? Luis ona yetişti. Yanından ilerlemeye başladı. 


-Maddeline.  


-Sus! Sarayda konuşulan şeyleri biliyorsun. Nana Tarian'ın şaibeli ölümüne neden olanın Kinsey olduğu ve bu kadar korkunç öldürülmesi nedeninin de bizim çocuklarımıza yaşattıkları olduğunu! Biliyorsun!


-Bunların hepsi yalan! Daha doğrusu sadece bir dedikodu! Sen kızının bir katil olduğuna inanıyor musun? 


-Kızın zaten bir katil ekselansları. O kadar arkamızı toparlamak için öldürdüğü kişileri boşa sayıp yok sayamazsın! 


-Hadi ama neden Nana'yı öldürsün ki? 


-Acaba kadının çocuklarımızı bölüp aşağılayıp hayatlarını ellerinden aldığı için olabilir mi? 


-Fazla abartıyorsun. Nana'yı tanıyorum. O böyle bir kadın değil. 


- Sen böyle düşünmeye devam et! O yüzden bizim ayrışma olmasın diye uğraştığımız, güçsüz olan kişilere iyilikle yaklaşmaya çalıştığımız ülkemizde oğlumuz kendi kardeşi de dahil olmak üzere güçsüzleri öldürmeye yeminler ediyor. Ah dua et de Kinsey gelsin ve sessiz gelenlerin başına geçsin. Kendi halkını korusun! Yoksa Jackson'ın önünde kimse duramayacak! 


Joseph Daniela ile birlikte portaldan geçmişti. Arada herhangi bir alet durmadığı için farklı bir yere atıldılar. Joseph kafasını kaldırdı. Bayılmıştı büyük ihtimalle. Üzerinde yattığı yumuşaklığın sonradan Daniela olduğunu anlaması ile bir doğruldu ve kızın bedeninde kırık var mı diye kontrol etti. Iri cüssesi ile kızın üzerinde baygın yatıyor ise bir yerlerinin ezilmiş olması gayet doğal olurdu. Ancak Daniela'da pek bir şey yok gibiydi. Etrafına bakmaya başladı. Ağaçlık bir alana düşmüşlerdi. Ağaçların arasına bir meltem doluyordu. Ayaklanıp etrafa biraz daha bakmaya çalışırken birkaç mırıldanma gelince Daniela'ya döndü. Kız oturmuş kahverengi saçlarındaki otları temizliyordu. Ağaca dayandı Joseph. Daniela'nın sicim sicim dalan gün ışığında açılarak sarıya çalan kahverengi saçlarını ve her toz çıkışında kirpisip  duran kirpikleri altındaki iki farklı renk olan gözlerini izledi. Buyulendigini hissetmesi ile silkelendi.  


-Haydi nerede olduğumuzu bulmamız gerek. 


-Burayı biliyorum. Doris koruluğu burası. Dua edelim ki buraya atmış. Su an benim dukaligimdayiz. 


-Bir şapel bulmalıyız. 


- Neden? 


-Evlenirsek 1. Dereceden akraba olduğumuz için dokunamazlar.


-Ormanın içinde terk edilmiş bir şapel var. Daha doğrusu orada hala rahipler var ancak kimse gelmez. Oraya gidebiliriz. 


-Gel haydi beklemeyelim. 


İlerlemeye başladılar. Orman bazı yerlerde sıklaşıyordu ancak Onlar bu tarafların kenarından bir yılan gibi kıvrılan patika yolu takip ediyorlardı. Bir süre sonra Daniela Joseph'e tutundu.


-Lanet olsun Joseph! Biraz dinlenebilir miyiz? 


-Dayanamaz mısın? 


-4 kilometre daha yolumuz var. Biraz soluklansak? 


-Giderdik.  Sadece bir yarım saa...


Acı dolu bir inleme ile bölündü cümlesi. Endişeli gözler Daniela'ya döndü. Kız ayak bileğini tutuyordu. 


-Yılan mı? 


-Hayır! Bileğimi burktum. 


Joseph eğildi. Daniela'nın botundan bileğini çıkarıp bir bez ile sardı tekrar botu giydirdi. Bağcıklarını bağlamamıştı. Sonra ise kızı sırtına aldı. Birlikte yürümeye devam ettiler. 


-Zorunda mıyız? 


- Evet Daniela. Bir an önce bitmeli.   


Bir şey demedi Daniela. Sıkı sıkı Joseph'in omuzlarına tutundu ve onunla arasında yaşanan olayları göz önünden geçirmeye başladı. 


-Nasıl hemen evlenme kararı aldın? Zor olmayacak mı sevmediğin birisini eşin olarak kabul etmek? 


-Sevmedigimi nereden çıkardın? 


Nefes nefese kalmaya başlamıştı ancak Daniela az kaldığını görüyordu. Uzaktaki tepede ağaçlarım ortasında sarmaşıklar tarafından ele geçirilmiş şapel gözüküyordu. Vitraylı camlar yeşil yeşil parlıyordu. Açıkçası sevmediğini düşünüyordu ancak aldığı cevap susup bunu düşünmesini sağlamıştı. Seviyor olduğu anlamına mi geliyordu? 


Şapelden içeri girdiklerinde siyah cübbeli rahiplerden biri yanlarina geldi. Adam Joseph'e bakti. Joseph ise sirtindaki Daniela'yi indirmeden konustu. 


-Nikah. Nikah olacaktı. 


-Şahidiniz var mı? 


-Sizin aşık çiftleri gizlice evlendirdiginizi duymuştum. Doğru degil mi? 


- Evet evet doğru. Size elbise vermemizi ister misiniz? 


Aynı anda konuştular. 


- Evet! 


-Hayır! 


-Ne demek evet Joseph? 


-Bir kere evleneceğiz Daniela! Bırak da elbiseyi giy. Kolunu da kapatma! 


-Asla! 


-Sağ koluna eldiven benzeri bir şey takmayacaksin! 


-Karisma! 


-Aramızda eski bir yangının kalmasını istemiyorum! 


-Lanet olsun sana Zeit! 


Gelen rahibeyle gitmek üzere Jospeh sırtından indirdi Daniela'yı. Daniela da rahibeye tutunarak gözden kayboldu. Rahip Joseph'e baktı.


-Lord Zeit, Prenses Daniela ile evliliğimiz kutlarım


-Onu tanıyor musunuz? 


-Elbette. O bizim düşesimiz. 


-Ama söylemediniz. 


-Boylesi daha iyi lord Zeit! Oturmaz mısınız? 


Joseph oturdu. Rahibe baktı. 


-Cok hata yapmışsınız. Haksiz mıyım? 


- Evet. Çok. Üzdüm. Parçaladım. Daniela'nın beni tekrar kabul etmesine bile inanamıyorum.


-Siz elinizden kayıp giden aşkı tekrar tutmuşsunuz. Peki ya digerleri. Bunu yapabilirler mi? 


-Kimler? 


-Diğer insanlar iste. Ben cevap vereyim hayır. Çok fazla kişinin anısını okudum. Çoğu kalbine bir aşkı gömer. Yanindakiyle yaşar ancak kalbindekiyle ölür. Belki aile ayırmıştır aşıkları, belki ölüm, belki kader, belki gurur. Ancak siz gururunuza da kaderinize de ailenize de karşı gelmişsiniz. Başarmışsınız. Joseph, oğul dinle beni. Asla kendi içinden geçenden öteye gitme. Ve eğer bir gün kalbin ölmen gerektiğini söylerse öl. 


Joseph basını ağır ağır salladı. Yüzüne vitraylı camların kırdığı ışık kırmızı mavi sicimler şeklinde yara izine vuruyordu. Kivircik sarı saçlarından bir tutam alnına düşmüştü. Rahip haklıydı. Hata yapmıştı ama ne olursa olsun daha fazla geç kalmadan geri almıştı. Önünde bir nefes de bir ömür de olabilirdi ancak bu Daniela ile olacaktı. Derken kız rahibeye yaslanmış şekilde içeri girdi. Üzerinde daha yemin etmemiş rahibelerin giydiği beyaz elbiselerden vardı ancak kiz gerçekten güzel duruyordu. Saçlarına papatyalardan bir taç iliştirilmişti. Kucagina rahibenin alelalecele toparladığı gelincikler vardı ve kız onları kırmayacağım diye hafifçe tutmuştu. Joseph'e kocaman gülümsedi. Işte o an Joseph kalbini tekrar hissetti. Yanina gidip koluna girdi. Rahibin karşısına diz çöktüler. Ritüeller,ritüeller ve kutsamalar. Ancak Joseph asla kendisini buna veremedi. Rahip son kutsamadan sonra gitti ve koca şapelin ana odasında yapayalnız kaldılar.


31 Ekim 2021


sonraki bölüm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness