Ana içeriğe atla

Hayaletin Tozları

 Genç adam uzandığı yatakta tavanı izliyordu. Sıkı sıkı örtülü perdeler, yakılmamış ışık... Sessizliğin karanlıkla kurduğu hükümdarlık arasına girmiş, gizlenmiş acı hatıraların getirdiği gözlerle görülemeyen hissedilemeyen melankoli. Çıplak duvarlar boyunca yankılanan acı çığlıklar, hıçkırıklar ve dahası vardı yine bu gece. Yine ve yine. Asla bitmiyordu senelerdir. Asla sönmüyordu. Bir başka kalp asla olmamıştı. Kalbi sökülmüş orada dağların arasındaki evde, genç kızın odasında bırakılmıştı. Genç kızla birlikte toprak anaya gömülmüş, onun kolları sarmıştı kalbini. Her aldığı nefes kalbine ok yağmuru olarak geri dönüyordu. Ayağa kendini zorlayarak kalktı. 14 yıldır her sabah aynı hikaye. Tek bir satırı dahi değişmiyordu. Sabah kalbi acıyarak kalkıyor, dışarı çıkarıyor, onun için inşa ettiği gelecekte onsuz yaşıyor ve öyle akşam edip ıstırap dolu geceler geçiriyordu. Onunla bir kurduğu hayalleri bir başkası ile yaşamak bir günah gibi görünmüştü gözüne. Onsuz olamazdı. Yarımdı. Etrafına boş gözlerle bakındı. Pencerenin önüne geldi. Açtı perdeyi. Yıldızlı bir gece sabaha dönüyordu. Dönecekti. 


-Çok parlaklar değil mi? 


Anlamaz bir yüz ifadesi ile ona baktı Victor.


-Ha? 


Güldü kız. 


-Ha mı? Hadi ama Victor. Parlaklar değil mi diye sordum. 


Basını salladı ve saçlarına gömüldü.


-Kesinlikle çok parlaklar. Ayni aşkımız gibi. Sence en parlağı hangisi? Onu aşkımızın sembolü yapalım. 


Gülerek göğe baktı dikkatle kız. Elini birisine uzatıp konuştu. 


-Bu. Bu en parlağı. Öyle mi sence? 


- Bilmem bana onun yanındaki daha parlak geldi. Ama benim kalbim senin sevdiğinden yana  attığı için o en parlağıdır. Kalbin kalmasın onda. O kalsın. O söndüğünde belki aşkımız biter? 


-Biteceğine mi inanıyorsun? 


Dudağını büzdü. Gözlerinde buna ihtimal verdiğine ait bir kırıklık vardı. 


-Tabi ki de hayır. Ancak ne kadar sürer belli değil? Belki sonsuza dek yanar durur belki de yarın söner gider. Geleceği bilemeyiz. Onu bir yemin üzerine de kuramayız, inşa edemeyiz. Bu yüzden öyle dedim. Yoksa senden nasıl vazgeçerim ben? 


Çikolata kahvesi saçlarına biraz daha gömüldü ve kokusunu içine çekti. Kolları arasında kedi gibi kıvrılmış kızdan ayrıldı ve göğe baktı. Onunla bir geleceği hayal ediyordu her gece. Derin ve titrek bir nefes çekti içine. 


-Paris'te bir vals... Ne dersin? Aynı bu yıldızların altında. Yerden birkaç milim yüksekte ruhlarla birlikte dans ederiz. Bembeyaz elbiseler içinde sonsuzluğa bir yemin... 


Kızardı kız. Basını göğsüne gömdü.


-Bu hep hayal ettiğim yıldızlar altındaki evlilik teklifi mi? 


Güldü Victor. 


-Hep hayal ettiğin evlilik teklifi, kesinlikle şu an onu yapıyorum. 


Victor Christin'in yüzünü narince tutup kaldırdı. Gözlerine baktı. Gülümsedi ve alnından öptü. Christin'in gözlerinde bir fırtına sürüyordu. Yıldızların ve dolunayın altında yemyeşil ışıldıyordu. Onun için koyduğu her taş, taşıdığı  her bir yük ona asla zor gelmemişti. Her sabah onunla uyanmak için gün sayıyordu.  Doya doya ona sarılsa bile asla ona doymayacağını biliyordu. Gülümsemesine engel olamadı.


-Ne oldu? 


-Sadece sen. Başıma gelen en güzel şeysin. 


Kızardı genç kız. Alttan alttan onu izlemeye devam etti. Kızın içi kıpır kıpırdı. Kolları arasında durduğu adama o kadar âşıktı ki. Sonsuza dek orada kalmayı dilerdi. Eve gitmemeyi, ölmemeyi, onunla sıradan olup silinip gitmeyi... Hepsini isterdi. Ancak olamayacak bir rüya gibi geldi bunlar hep genç kıza. 


-Kim olduğumu biliyorsun. Ilk hedef olurum. Çakıp çıkaramazsın beni buradan.


Gülerdi genç adam. Sesinde çocuksu hayallerin toz pembe rengi saçılmış olurdu. Inanırdı delikanlı. Inanırdı sevdiği kadını her şeye karşı koruyacağına ve onun gücününün yeteneğine. 


-Bir şey olmaz. Seni korurum. Hem Kırmızı atkılı Jones'un manevî oğluyum ben. Bize hiçbir şey yapamazlar. 


Kız da inanırdı onun bu sözlerine. Çünkü inanmak en güzel saydı. Insanı ayakta tutan yegane şeydi. Umutlar ve onlara olan inanç... Ertesi sabahı bilmediğiniz için inanırsınız ve umut edersiniz ancak bir sonraki nefesiniz bile kesin değildir. Belki de inanmış gibi davranırdı onu kırmamak için. 


Keşke.

Uzun zamandır sadece bu dökülür olmuştu dudaklarından genç adamın.

Keşke o yaşasaydı da görseydi

Keşke olsaydı da yeseydi 

Keşke yanımda olsaydı ne de yakışırdı o kolye

Keşke yaşasaydı. Onunla çocuklarımız olurdu. Parka giderdik. 

Güldü genç adam. Histerikti gülüşü. Ağaran tan gibi kırmızıydı artık akli. Hastalıklı, kanlı düşünceler silsilesi hep pesindeydi. 

Öyle demişti ya Kırmızılı atkılı Jones'un manevî oğluyum ,bir şey yapamazlar. Ne de özgüven doluydu sesi. Buna ne kadar da bağlanmıştı. Ne de saftı. Bir basamak olduğunu fark edemeyecek kadar genç, heyecanlı ve saf. Bir o kadar da aşık. 

Gülmeye devam etti yere otururken. Kızıla boğuyordu odayı ışık. Sarıyla karışık bir kızıla. O öldürmüştü sevdiğini. O kırmıştı goncasını.  O taşlamıştı evinin camlarını. O yıkmıştı sığınaklarını ve de yakmış. Baba dediği adam yapmıştı hep. Inandığı güvendiği... Dimdik durmayı öğreten adam onun kalbini sökmüş, bir buz perisinin ellerine koyup onunla bir toprağın en derin ucuna saklamıştı ki artık bulamasın. Bulamamıştı da. 


14 senedir gülmemişti. 14 yıldır sevmemişti. 14 yıldır doğru düzgün uyuyamamıştı. 14 yıldır Christin'in biriciği Christian'ı bulamamıştı. Bakmadığı delik kalmamıştı ancak yoktu. 14 yıldır artık aklını kaybettiğine inanıyordu. 14 yıldır tanrı inancı da kalmamıştı. Eğer var olsaydı ve o din adamlarının dediği gibi duyuyor olsaydı ilkin goncası ölmez ikincil onun emanetini bulur üçüncül delirmezdi. Dualarına karşılık verir bir şeyler fısıldardı. Koca Dünya'da  hatta kainatta o kadar yalnızdı ki. Boşluk onu her geçen gün biraz daha yutuyordu. Dibe batıyordu. Tam daha fazla dibe batamam dediği zaman zemin ayakları altından kayıyor o biraz daha ışığı kaybediyordu. Işığı o kadar uzun zaman görmemişti ki onun için gök sadece bir daireden ibaretti. Bomboş hayaller yığını. Ağlayana kimse bakmıyordu. Acıyorlar, dalga geçiyorlar, belki de konuşuyorlardı. Ancak kimse aslında ne olduğunu nasıl düşündüğünü ,niye bu kadar çaresiz olduğunu anlamıyordu. Anlayamazlardı çünkü kendi ayakkabıları ile yürüyorlardı. Ve hayatları boyunca da insan başkasının ayakkabısını giyemiyordu. 


Gülmekten artık yaş gelmişti gözlerinden. Çok geçmeden yerde top gibi oldu ve ellerini titreyerek yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Korkuyordu. Yalnızdı ve dahası artık tükenmişti. Bir amacı yoktu. Rüzgâr onu nereye götürürse o da oraya doğru gidiyordu. Belirsizlik denizinde yüzüyordu. Yarın nerede uyanacağğ belli değildi. Belki boş bir arazide veya bir mezarlıkta veya sadece kendi yatağında. Başkasının değil. Ona ölmüş dahi olsa ihanet edemezdi. Aşkı kutsaldı. En degerlisiydi. Hiçbir şey olmamış, hayaller kurmamış gibi davranamazdı. Bu Bir ihanet olurdu. O ihanet etmezdi. 


Yerde öylece yatıyor ve gözyaşı deresinden yansıyan güne bakıyor, biraz daha kahroluyordu. Burnunu onun kokusunu alma umudu ile çekiyordu. Asla alamamıştı ya olsun. 


-Seni seviyorum.

-Ben de seni. 

-Bu kadar mı? 

-Ne bu kadar mı? 

-Biraz daha romantik olsan? 

-Romantik olmak için önümde birlikte geçireceğimiz uzun bir ömür var. 


Doğruldu. Elleri ile yüzünü dövdü. Olmamıştı. Onun son duyduğu sevgi kelimesi buydu işte. Ona son söylediği kelime. Basit bir ben de. Ben de... Ne olurdu sanki başka bir şey dese? 


Genç hızla yukarı kattaki odaya çıktı. Duvara dayanmış halde kafasında ve kalbinden vurulmuş boş gözlerle ışığa bakan kıza doğru koştu. Onu kolları arasına aldı. Ağlayarak onun saçlarından öptü. Son defa okşadı o sacları. Son defa içine çekti kokusunu. Hıçkırıklar içinde konuştu. 

-Kapama gözlerini üşüyorum. 

Dünyam buz kesti lütfen kapama gözlerini. 

Her yer beyaz kristal dolu. 

Oysa bir açsan gözlerini her yer gün olur

Bahar bahçesi 

Bahar güneşi...


Son pişmanlık neye yarar? Son kelime neye yarar sevgilin duyamadığında onu? Ağıtlar neye yarar ölenin ardından?


Dizlerini kendine çekmişti kafasını dizlerine vuruyor ve her saniye hatırladığı sahneleri bir kez daha beyninde oynatıp duruyordu. Basit bir ben de. Basit. Alelade... Hıçkırdı. Bu duvarlar daha önce de aynı nedenden yüzlerce hatta binlerce hıçkırık duymuşlardı. Hiçbiri mutluluktan değildi 14 yıldır.  


                        Ash son birkaç gündür geçmişin hatıraları ile yüzleşiyordu.  Aklına ardı arkasına gelen görüntüler sanki bir balyozdu da her şeyi yıkıyordu. Annesinin sözlerini, babasının öğütlerini, ablasının hatıralarını bulmuştu zihninin en karanlık köşelerinden. Şimdi ise o bulduğu şeyler ona acı veriyordu. Yüzünü duvara dönmüş öylece oturuyordu. Yiyemiyor içemiyordu. O kadar şaşkına dönmüştü ki... 


Çocuk etrafına bakınıyordu. Daha önce hiç görmediği bir yerde bir makam odasındalardı. Evet evet makam odası olmalıydı burası. Çocuk babasının bacağından kopup karşıda duran tanıdık yüzün yanına gitti. Victor Smirnov, delici bakışları olan 1.90 boyunda sarışın bir delikanlıydı. Kitap okumayı severdi. Bir şeyler araştırmayı da. Silah koleksiyonu yaptığı söylentisi bulundukları "cemiyette" epey konuşuluyordu şuan. Geleceğin bir mafyası olarak yetiştirmeye çalışsa da Jones amca pek başarılı olamamıştı anlaşılan çünkü yumuşacık ve hayalperest bir kalbi vardı. Çocukları sevdiğini düşünürdü Christan. Çünkü kendisini çok sever onun yanında olurdu. Ablasının nişanlısı demek daha doğruydu onu kendi benliği ile asla tanımlayamamıştı Christian. Onun yanına gelince yerde oturup kitap okuyan çocuk çok dikkatini çekti. Simsiyah sacları vardı. Daha o yaştan nerde olduğunu ve kim olduğunu biliyor gibiydi ve bu durum onun omuzlarına çöken bir yüktü  adeta. Suratsız ifadesini hiç silmiyordu. 


-Kenneth. Bu Christian. Bir dostun oğlu. 


Kenneth denen çocuk gözlerini dikip geri kitabına geri indirmişti. Bir daha da konuşmamıştı. Zaten görünmemişti de.


Yüzünü buruşturdu Ash. Kenneth Jones. Gerçekten de Kinsey'in konuştuğu fizikçi o olabilir miydi? Kalbine bir acı saplandı. Onun hayatı ellerinden alınmıştı. Okuyamamıştı. Hayalleri vardı oysa. Ne olurdu o da Kenneth gibi okusaydı. Sokakta kaldığı zaman boyunca kalbinde duyduğu özlemi daha bir derinden duydu. Sistemin bir parçası olmak güzel bir duygu olmalıydı. Gözlerini kırpıştırdı. Sağ gözünden bir damla yaş yuvarlandı. Boş duvara elleri bağlı bakmaya devam etti.


Kenneth eğer kırmızı atkılı Jones'un oğluysa kendini bilmemesi lazımdı. Yoksa bu hayatı boşuna yaşamış olurdu. Hoş zaten boşuna yaşamamış miydi? Yaşadığı şey hayat miydi gerçekten? Değildi. Hayatta kalmaydı. Nefes alıp verme, yiyip içme hayati yasamak değildi. Aşık olmak, yarın yokmuşçasına yemek, ertesi gün uyanacağına emin okuduğun kitabın sayfasını katlamak... Bunlardı hayati yasamak. Basit şeyler ama yaşadığını hissettiren, bir amaç vaad eden şeylerdi hepsi.


Gözleri önüne Patricia geldi. Sıkılınca oynadığı sarı saçları mesela. Ash o saçlara bakmaya doyamazdı. Veya kalbinde bir yerlerde bir çocuk yatıyordu. Kinsey'de bu yoktu. O büyümüştü. Ancak Patricia daha çocuktu. Ne kadar en büyükleri olduğunu idda etse de. Çayını sıcak içemezdi. Gök gürültüsünden korkardı. Karanlıkta yatamazdı. Ekmeğin kenarlarını sevmezdi. Yerinde duramayan bir kıpırtısı vardı. Yanakları heyecandan hep kızarmış olurdu. Evet belki kardeşleri ile arası iyi değildi. Özellikle Kinsey ile ancak Ash emindi ki aslında içten içe Patricia onları seviyordu. Bu yüzden buraya gelmişti. O bir salon leydiliği kılıfına  sokulmuş küçük bir kızdı. Buraya gelmeyi isteyeceğini düşünmüyordu. Kardeşlerini korumayı en büyüğü olarak görev bilmiş olmalıydı. 


-Onları seviyorsun değil mi? 

-Ha ben mi? Nereden çıkardın. 

- Bilmem sürekli gözün üzerlerinde ve onları ideal insan kalıbına sokmaya çalışıyorsun. Özellikle Daniela'yı. 

-Alakası bile yok! Sadece öyle bir kardeşim olduğu şeklinde bir duyum almak istemiyorum.

-Kimse burda öyle bir şey demek ki.

- Sen isime karışmasana! 


İnkar etse de korumaya gelmişti. Mükkemmel olmalarını istiyordu çünkü hayat mükemmele bile mükemmel değildi. Patricia' yı bu yüzden seviyorum dedi kendi kendine. O diğerlerinden farklı. Çözülemez bir bulmaca gibi. 


Duvarı izlemeye devam etti. Artık üşümüyordu. Son 4,5 aydır. Sokakta değildi. Sıcacık bir evdeydi. Şimdi bile sokakta değildi. Evdeydi. Koltuk vardı. Televizyon vardı. Yemek vardı. Hayati için endişelenmesine gerek yoktu. 


-Engelbertha...


Kız ondan yana baktı. Son saatlerde çocuk yıpranmış görünüyordu ve o dayanamıyordu. Buraya ne için gelmiş olursa olsun ona sarılmak istiyordu. Acısını kolları arasına hapsetmek, geçirmek. Ama içten içe hissediyordu ki bunu Patricia dışında kimse yapamazdı. 


-Efendim? 


Sesi yumuşacıktı. Sevgi doluydu. Ash bunu sezmişti. 


-Yoruldum. neden kimse gelmiyor? 


-Neden bir çocuk gibi mızmızlanıyorsun? 


Yanına yaklaştı Engelbertha. Yanina gelene kadar onun ağladığını fark etmemişti. O da fark etmemişti büyük ihtimal. 


-Ne oldu ,neden ağlıyorsun? 


Ash yanaklarını yokladı ve şaşkınca eline baktı. 


-Bilmiyordum. Sanırım hatıralardan. Onlar beni çok yordu. Uzun zamandır yoklardı. Bölük pörçüklerdi. Şimdiyse kanlı canlı ayaktalar ve ben savaşamıyorum. 


Engelbertha sıkıca ona sarıldı. Ash beline sarıldı ve kafasını omzuna koyup için için yorulmuş bir şekilde ağlamaya başladı. Gözyaşı pınarları kurudu sanırdı oysa. O kadar acıya, acı hatıraya karşın ağlamamıştı. 


İlk kez ağlarken birinin ona acımadan veya bir çıkar olmadan, onu dizginlemek istemeden yanında durduğunu fark etti. Bu onun ağlamasının şiddetlenmesine neden oldu. Engelbertha ne olduğunu şaşırmış bir şekilde öylece duruyor sadece saçlarını okşayıp bir ninni söylebiliyordu. Sonunda yorulduğunu fark edince kurumuş dudaklarını açtı. 

-Bölmek istemem ama dizlerim acıdı. Sorun olmazsa koltuğa oturayım. 


Bunu hoş karşılamayacağını sanmıştı. Ancak Ash onun dediğini yapmıştı ve koltukta onun dizlerine basını koymuş ağlamaya devam ediyordu. O bile ağladığının farkında değildi muhtemelen çünkü boş boş sakince duvara bakıyordu. Dalmıştı. Bir şey düşündüğünü de sanmıyordu. Bir zaman sonra Ash gözlerini kapamıştı. Engelbertha ne kadar uyuduğunu bilse de ninniyi söylemeye devam etmiş, Ash'ın saçlarını okşamıştı. arada sırada genç, elleri ile kulaklarını tıkıyor, bir şeyler mırıldanıp top haline geliyordu. Bu zamanlarda Engelbertha ona sıkıca sarılıyordu. Bu gerçekten ise yarıyor onu yatıştırıyordu. 


Saatlerce öyle kaldılar. Engelbertha, Penelope' nin gelmiş olacağını düşünüp telefonu eline aldı. Onları almaya gidemezdi. Gitmek istemiyordu. Tarif edecekti. Penelope'ye aradı. 


Ash kabustan kabusa daha doğrusu eski melankolik hatıralardan hatıralara koşarken arada ablasının kollarını hisseder gibi oluyordu. O da hissederdi Ash'ın  kabus gördüğü ve sarılırdı. Sıkıca sarılırdı. Kabusu bir anda dağılır giderdi. Böyle yatmaya devam ederken kulağına bir zil sesi ilişti. Sonra ise bir şeyler mırıldanarak kapı açıldı. Ash gözlerini kırpıştırarak açtığında önce tepesinde kapıya doğru bakan bir adet Engelbertha  gördü. Büyük ihtimal hala onun dizlerindeydi. Sonra işe bakışları kapıya kaydığında daha önce görmediği 3 kişi kapıdan içeri giriyordu. Bunlar kızın beklediği infazcılar olmalıydı.


*21 Kasım 2020*



sonraki bölüm


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness