Engelbertha üç sene önce Kenneth Jones'un ölümünü atlatamamıştı. Neredeyse her gece kabuslar eşliğinde uyanıyordu. Bu sefer de öyle olmuştu. Kenneth ölüyor ve Engelbertha her rüyasında olduğu gibi O kanda boğuluyordu. Yatağın ucuna oturdu. Duvarın dışında kalan hiçbir kampın bilmediği kişiler vardı. Bu kişiler kardeşleri reddetmişti. Engelbertha onlardan birisinin motelinde kalıyordu. Ellerini dağılmış sarı saçları arasından geçirdi. Üzerinde bir fanila ile şort vardı. Gecenin soğuğu onu ürpertti. Yorgun, uyuşuk adımlarla ayaklanıp banyoya ilerledi. Cızırtılı ses ile lamba yandı. Bi gün elektrik olduğuna şükretti Engelbertha. Söylendi kendi kendine:
-Kingsmaker Atkins soyunun son halkası buraya mi düşecekti?
Soğuk suyla ellerini ve yüzünü yıkadı. Her gözünü kapatışında kanlı cansız bedenini görüyordu. Banyodaki hava birden ağırlaşmıştı. Tekrar aynadaki yansımaya baktı. Ayna kırıktı. Yine böyle bir gece Engelbertha kendi yansımasını görmemek adına parçalamıştı aynayı. Ortası boş olan aynaya daha fazla bakamayarak banyodan çıktı. Pencerenin pervazına oturdu. Soğuk daha da işledi içine. Çöken gece de artık fayda etmez olmuştu. Sadece onu kemiren bir acı vardı. Ilk adam öldürüşü değildi. Neden böyleydi bilmiyordu.
Grace elinde yazdığı yazılar ile geldi. Şafak yeni söküyordu. Bir dağın yamacındaydı. Sınırdan kaçmıştı. Engelbertha bu sefer Kötüler kampına gelmeyi kesin bir dille reddetmişti. Bu durum kadını korkutsa da ilk işi aldığı günden beri korku kavramı gittikçe yitmişti. Yükselen Helios'un arabasına yol açan Eos tüm ihtişamı ile dünyayı selamlıyordu. Eos'un kızıl saçları vardı. Sarı gözleri ve köz alevden bir teni... Homeros gül elli Eos derdi ona. Gül elli Eos...
Engelbertha burada bulunduğu üç sene içerisinde buraya alışmıştı. Konuşmasında artık belli bir Amerikan aksanı vardı. Saçlarını dağınık topuz yapmıştı. Üzerine haki renkli ispanyol paça kumaş pantalon ile kahverengi bir crop giyip üzerine ise siyah hırkasını almıştı. Grace'i önünde durunca Ray-ban güneş gözlüklerini çıkardı.
-Acil olduğunu söyledin.
-İnanılmaz şeyler öğrendim hanımım.
Engelbertha gülümsemeye çalıştı. Ama Kenneth'ın ölü bedenini Grace'in arkasında görürken bunu yapmak da hiç kolay değildi. Görmemek adına bakışlarını doğan güne çevirip Ray-ban'lerini gözüne taktı. Eliyle konuşmasını işaret etti.
-Abalard Ash'in takma adıymış. Aslına bakarsanız Ash de takma bir admış. Gerçek adi Christian'mış. Peşinde ise Kırmızı Atkılı Jones diye korkulan ve ünlü bir mafya babası varmış. Ayrıca kötüler kampı lideri Malcolm da sağ kollarından birisiymiş. Gerçek adi Jason. Sevgilisi Europe, Jones'un yanında çalışam bir hacker. Şuanda ise Patricia için çalışıyor. Yanı Nefertiti. Biliyor musun bu ikisinin çok yakın arkadaş olmalarının temelinde Patricia'nın da bu konuya burnunu sokmuş olmasıymış.
Engelbertha bir zamanlar veziri olan Ash'i hatırlıyordu. Patricia'nın fino köpeği olmuş genç... Yakışıklı olduğunu hatırlıyordu. İçinde üç sene önce öldürdüğünü sandığı ses konuştu. Jackson kadar olamaz. Jackson... Sarı uzun saçları, uzun ve kuvvetli bedeni ile bir tanrıydı Engelbertha için. Hayatını çaldığına inandığı kişilere büyük darbe de olacaktı. Olamadı. Güneş ışınları gözlerini acıtırken anılarını eskitiyordu. Keşke yaksa diye düşündü. Jackson'la ilgili tüm anıları yaksa.
Engelbertha genç adam üzerinden yana kayınca ona sarılmak adına kollarını uzattı. Sarı saçları omuzlarından beline dağılmıştı. Ancak delikanlı ondan kaçtı ve itti.
-Defol.
Engelbertha şaşırdı. Sarı gözleri büyük bir nefretle parladı bir anda. Doğruldu üzerinde bir şey olmamasını umursamadan. Dudakları titredi. Paramparça olmuştu kadının kalbi. Kanıyordu. Bir süre sonra bomboş olacaktı o kalp. Kadın sevilmemişti. Sevilmek istemişti. Taşlanmamak... Oysa şuan bu adam bir succubustan farklı görmüyordu. Sadece bir obje, baştan çıkartan bir unsur. Bu kadını dönülmez bir boşluğa daha sürükledi. Korktukları, taşladıkları şey olmak.
- Ne demek defol Jackson?
-Jackson? Bana lordum demek zorundasın.
-Asla lordum demeyeceğim.
Adam güldü. Kadın o gülüşü asla unutamadı. Onu, tamamen adını andıkları şeye dönüştürdü. Bir şeytana.
-Diyeceksin sevgili metresim. Şimdi kalk yatağımdan. Bir fahişe ile uyumak gibi adetim yoktur.
Kadının evlilik hayalleri kurudu kaldı. Oysa ona ne güzel eş olurdu.
-Ash'i tanıyorum. Ama aranan bir kaçak olduğundan haberim yoktu. Ah o çocuk. O çocuk Grace, benim vezirim. Hatta vezirimden bile değerli. Ama şimdi, veziri ortadan kaldırma vakti.
Grace anlamaz bakışlar atmaya başlamıştı. İyi satranç oynadığı söylenemezdi. Engelbertha'nın yaptığı metaforları anlayacak kadar edebiyat bilgisi olsa zaten okumuştu. Gözlerini kırpıltırarak ona bakmaya devam ederken kadın tüm iradesini toplayıp Grace'ye döndü.
Yine oradaydı. Hemen arkasında. Karın boşluğundan giren kurşun yüzünden beyaz gömleği kan lekesi olmuş, gözlüğü kirlenmiş. Konuştu geçmişten gelen hayalet. Belki de vicdan veya gerçekten öteki tarafa acısından dolayı geçememiş ruh:
-Yapma.
Engelbertha dinlemedi. Gözlüklerini çıkarıp gülüş attı.
-Kırmızı Atkılı Jones denen adam neredeymiş bul bana.
-Güneyde dediler.
Engelberthe kemikleri titreten bir gülüş attı.
-Tam yerini Grace. Yoksa...
Sözlerini belinden çıkardığı Atkins armalı hançerini Helga'nın boğazına dayayarak tamamladı.
-Bana ihanet etmeyeceğini umuyorum.
Engelbertha arkasını döndüğü gibi giderken tekrar vicdanından kopup gelen geçmişin hayaleti ile göz göze geldi. zihninde Kenneth haykırdı:
-Neden?
Cevap basitti. "Güç."
Grace ne yazık ki yakalandı. Yamacın diğer yanındaydı kampın duvarları. Sur demek daha doğru olurdu. Oradan geçtiği anda kendi asları olan sınır birlikleri tarafından enselendi. Tepindi. Bir iki tanesini sırtından aşırıp kaldırımlara çarptı. Ancak ağzına kapanıp boynuna sarılan elle neye uğradığını şaşırdı. kulağının dibindeki sesi tanıyordu kadın. Senelerdir nefret ettiği yegane kişi, Boreas. Onun o sarı saçlarını yolmak isterdi. Yeşil gözlerini oymak isterdi. Boreas gördüğü en korkunç erkeklerden birisiydi. Erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna inanıyordu. Şiddet ona göre meşruydu. Cani herifin de tekiydi. Grace'in midesini bulandırıyordu ama asıl onu rahatsız eden şey Boreas'ın sanki onun onayı varmış gibi kendisini onun kocası gibi görmesiydi. Kocası. Bu ona her zaman komik gelmişti. Valentina'yı sayısız kez dövmüştü. Zavallı Valentina değmeyecek birisine bu kadar değer veriyordu. Grace ise Boreas'ın bu tavırlarından daha da iğreniyordu. Oysa Boreas bu durumdan hiç rahatsız değildi. Ona sormadan dokunmaya, evine girmeye devam ediyordu.
-Seni mart kedisi. Demek kaçtın ha? Neden benim evimde misafirim olmuyorsun?
Grace ağlamanın eşiğindeydi. Yanında oturan adamın durmadan ona sokulması, koklaması ve öpmeye çalışması canını gereğinden fazla yakıyordu. Boreas neden anlamıyordu? Son öpme girişimini suratına geçirdiği yumruğu ile engellerken adam çenesini tuttu. Pis bir sırıtma yolladı ona.
-Kardeşlerin nasıllar Grace?
Kadın gözle görülür derecede gerildi. gözleri doldu. Yaşlar akmasın diye yumamadı ve gözlerini pürüzlü tavana kaldırdı. Tam tavandaki pürüzleri sayıyordu ki Boreas ağlamasına neden olan o sözleri söyledi. "Hanımefendinin kardeşlerini benimle uzlaşmaması takdirinde tutuklayın."
Grace bağırarak ayağa kalktı. Gözyaşları yanağından sicim sicim akıyordu.
-Ne hakla?
-Seni kamp dışında bulduk. Kampın dışındaki yabani hayvanlarla tek kalmanı istemezdik. En azından ben istemem.
-Seni adi piç!
Boreas kahkaha atıp ayağa kalktı. Sarı saçları ile bir Yunan kahramanına benziyordu. Aslında her özelliği ile öyleydi. Ataerkil toplum düzeninde kadını köleden daha aşağı gören, geri ve kalın kafalı, fiziksel gücü her şeyi sanan bir angut. Grace tam olarak böylr düşünüyordu. Karakteri olmasa yakışıklıydı da. Çoğu kızın karakterini görmezden geleceği bir yakışıklılıktı onunkisi. Ama Grace gelemiyordu işte. Babasından sonra, hayatından sonra asla gelemiyordu. Boreas'ın ona yaklaştığını bu düşüncelerinden ve çökmüş mentalitesinden dolayı geç fark etti. Boreas onun yüzünü tutmuştu. Gözyaşlarını nazşkçe silince histerik bir gülüş yolladı ona kadın.
-Ne istiyorsun lan it herif?
Boreas bu ani çıkışa tepki vermedi. Yanağını usulca kızınkine sürttü ve kulağına fısıldadı. duyduğu antlaşma kadının dizlerinin bağını çözdü. yere kapaklandı. Delirmiş gibi ağlarken adam ayakta ve duygusuzca yaptığı yıkımı izledi.
-Seni istiyorum Grace. İlk gördüğüm andan beri. Çok güzelsin. Bir erkeği kölen yapacak kadar. Ama ben sana asla köle olmam. Unut bunu. Eğer benimle bir gece geçirmezsen seni ve kardeşlerini buradan yollamam. Darağacına gönderirim. Anladın mı beni küçük hain?
Kadın çaresizce düşünürken kaybedeceği daha fazla şeyi olmadığına karar verdi. ve antlaşmayı biraz değiştirdi.
-Bu süreyi arttırırım. Ancak bana Kırmızı Atkılı Jones'u bulmamda yardım edeceksin.
Başka bir erkeğin ismi Boreas'ın içindeki ilkel kıskançlığı ateşlemişti. Gözlerindeki öfke alevleri ile kızın koluna yapıştı.
-Ne için?
-Önemli bir şey iletmem lazım ona.
Boreas dişlerini sıktı. Kabul etti.
-Ancak dedi, ben bırakana kadar gidemezsin.
Ve kadın her şeyini kaybetti. Duygusuz ve cansız bir halde yatakta öylece yattı. Zorla aldığı tepkiler Boreas'ı delirtti. Bir anda yataktan kalkıp odadan sonrasında da evden çıktı. Karanlık sokaklardan geçip metresinin evine gitti.
Kadın geri alamayacağı her şeyini kaybetmişti. Adı şeref demekti ama bu gece o ad çarşaftaki kan ile lekelenmişti. Açık bırakılmış pencereden dolan soğuk çıplak bedenini ürpertti. Ayaklanıp banyoya gitmek istedi. Yere yığıldı. Ağladı kadın. Saatlerce yerde, taşın üzerinde durdu dizleri üzerinde. Dizleri parçalandı. Kendini banyoya attı. Yapabilirmiş gibi, bedeninden yaşadığı anları silebilirmiş gibi derisini sabunladı. Derisi soyuldu, kızardı hatta kanadı. Ama kadının kendisine olan hıncı geçmedi. Sonra kendi öfkesi zaten fazla olan Boreas nefretine karıştı ve akan su nefretini de aldı. Kadın o gece hislerini de kaybetti. Ve yemin etti. Su ve de yaşananlar yemini mühürledi.
-Boreas bu yerden kızlar gibi sağ çıkamayacak.
Engelbertha odanın banyosuna yığıldı. Mermer zemin onu ürpertmeni. Ayakta duran ve yere kanı sicim sicim yayılan ölü ürpertti. Öyleyce ayakta dikiliyordu. Yine. Ama bu sefer daha farklı şeyler ile devam etti durum.
Ölüler.
Engelbertha öldürdüğü herkesi görmeye başladı. Sadece ölülerle kalmadı görüntü. Şeytan ilan edenler de geldi. Asıl şeytanlar... Onun şeytanları... Engelbertha histerikçe yerde titredi. Kahkalar ile kolları üzerinde doğruldu. Kendisini yönetemiyordu. İpler artık şeytanlarının elindeydi. Aynaya bir yumruk attı. Bir daha. Bir kez daha. Ayna sonunda kan ile bir parçalandı. Etrafa saçıldı. Engelbertha delici gözleri ile aynaları tuttu. Bileğine götürdü ve kesti.
Kan kolundan damlalar halinde aktı. Akarken kahkaha atmaya başladı. Ne kadar öyle kaldı bilmiyordu. Kapı sert şekilde açıldı. Helga kanı görünce çığlık koyverdi. Engelbertha ise gülümsedi.
-Benim için geldiler.
Ama Helga kimseyi göremedi. Şeytanları yok olmuştu kadının. Helga bağırdı. Kızı kucaklamaya çalıştı. Engelbertha onu itti. Seslere içeri Benjamin daldı.
Delikanlı uzun zaman boyunca sessizliği ile neredeyse yok kabul edilse de her şeyi bilen en yakınlardaki kişi olmuştu bu süre içinde. Engelbertha'yı kucakladı. Helga bağırıyordu. Sarsılmasına engel olamıyordu. Üzeri kan içinde kalmıştı. Engelbertha'nın en sevdiği tatlıyı almıştı. Cheesecake... Helga onun limonlusuna bayıldığını bilirdi. Onu iyi görmüyordu. Onu mutlu etmek istemişti. Yere düşmüş ve parçalanmış olan keke baktı. Kan kaplamış ellerine baktı. Dizleri üzerine çöktü. Elleri karnında buluştu ve çığlıklar içinde yere kapaklandı. Dua etti bağırarak.
-Tanrım! Tanrım! Yardım et Tanrım!
Engelbertha gözlerini beyaz florasan lambalar ile açtı. Onlardan gelen cızırtı sesleri ile. Sarı saçları kağıttan hallice olan yüzü önüne geliyordu. Sarı gözleri cansızdı. Oysa eline ayna parçasını aldığında öyle değildi. İçeri giren hemşire ile ona döndü.
- Bir aynanın üzerime düşmesi ile bu kadar şey yaşayacağımı bilmezdim.
Hemşire onun yanına yaklaştı.
-Ayna düşmüş gibi değil de kasıtlı gibi.
Serumu kontrol ettikten sonra gitmeye yeltendi. Onu durduran şey ise Engelbertha'nın mengene gibi eliydi.
-Eğer kasıtlı olduğunu söylersen veya herhangi birisiniz buna dair işlem yağmaya kalkarsanız cezasını çocuklarınız çeker. Şeytanın elinden kimse kurtulamaz hanımefendi.
Yüzünü değiştirdi. Lanetli bir yüzdü artık. Boynuzları vardı. Yanmış bir derisi. Bunu taşlandıktan hemen sonra herkesi korkutmak için kullanır olmuştu. Şeytanın sıfatı. Hemşire korkuyla yere düştü. Yerde kaya kaya geri gitti. Eline boynundaki haçı aldı. Bunun üzerine kahkaha atarak ayağa kalktı Engelbertha. Sarkma kan yürümeye başlamıştı. Kan damlaları yayılıyordu. Sonra yere damlamaya başladı. Ağır adımlarla ilerledi ve kadının önünde durdu.
-Haç ile beni yok edemezsin hanımefendi. Tanrı şahidim olsun yenemezsin.
Sonrasında kıyafetlerini alıp odadan çıktı. Elinde serumu ile yürüdü. Beyaz florosanlarsan cızırtılar yükseliyordu. Engelbertha'nın dünyası dönüyordu. Anılar gözünün önüne gidip geliyordu. Odalardan ölüler çıkıyordu. Sürünerek kadını takip ediyorlardı. Engelbertha ise yüzü mahkeme duvarı gibi yürüdü ve çıktı. Her neyden kaynaklıydı bilmiyordu ama hastaneden çıkabilmişti.
Kadın uyandı. Yine aynı florasan lambadan gelen sesle. Yine hastane odasında. Yine kolunda serumla. Bu sefer odaya ölülerden birisi girdi. Bu Kenneth idi. Ona fırsat vermeden yastığı aldığı gibi yüzüne kapattı. Çünkü ölüler aynı dönmezler. Dilleri barsa yürekleri yoktur.
Çırpındı Engelbertha. Kurtulamadı. Seruma Kan yürüdü. Serum kıpkırmızı oldu. Kadının kalbi durdu. Nefesi kesilmesi sonucu ölmüştü. Tıpkı bir hain gibi.
Kadın uyandı. Florasan lambanın cızırtılı sesine. Beyaz bir odada. Bir hastane odasında... Etrafına bakındı. Kapıdan ölü gelmesini bekledi ama doktor girdi. Kahverengi saçlı bir erkekti. Yanına sandalye çekti. Oturdu. Engelbertha irkildi.
-Neden kollarınızı kestiniz.
-Siz kimsiniz? Azrail mi?
Güldü adam. Başını iki yana salladı.
-Alex Seymor. Psikoloğum.
-Soyadınız Ingiltere kraliçelerinden birisinin soyadı.
-Taç takmamıştı Jane. Ama evet. Sana bir sır vereyim, ben bir Seymor'um.
-O bir melek olarak tasvir edilirdi. Bana ise her zaman şeytan dediler. Ben şeytanım. Bana yardım edecek misin?
Alex güldü. Engelbertha'nın elini tuttu.
-Kimse şeytan değildir. Bu yüzden o surların arkasındakileri onaylamıyorum. Ama şu bir gerçek. Biz dışarıdakiler hayatta kalıp birlik beraberlik kurabiliyoruz. Orası bir arada yaşayamayacak kadar empati yoksunu veya fazla empatik olanların yeri. Şimdi sana gelelim. Burada konuştuklarımız burada kalır. Neden bileklerini kestin.
- Ben başka bir evrenden geldim Alex. O baştaki kızlar da öyle. Her şey kıyameti önlemek içindi. Ve bizim geldiğimiz yerde hala krallıklar vardır. Şövalye olmak onurdur. Ama ben istemeden birisini öldürdüm. İstememiştim. Ölmemeliydi. Vurulduğu yerden ölmesi saçmaydı. Ama öldü. Her yerde. Onu görüyorum sesini duyuyorum.
Ona anlatmakta sorun görmüyordu. Kaybedecek elinde bir hiç vardı. O yüzden asla pişman olmadı.
-Şizofreni olabilir.
-Bunu kimse öğrenmemeli. Ben Kingsmaker Atkins soyunun son halkasıyım. Son Kingsmaker benim. Kral yapan benim. Krala karar veren benim. Hayatta kalmam ve normal olmam gerek Alex.
Alex kadına baktı. İç çekti.
-Sana yardım edeceğim. İlaçları almak zorundasın ama. Bir de içindeki vicdanı susturmak zorundasın.
Engelbertha'nın göğsüne parmağını bastırdı.
-İçinde de o kişiyi öldürmek zorundasın.
23 Temmuz 2022
Yorumlar
Yorum Gönder