Ana içeriğe atla

Joseph'in Sırrı

 Kapı aralandı. İçeri yüzü düşük ve yorgun Ash ile iriyarı Victor girdi. Ash 'burada ne olmuş?' diye bakan özlerle etrafı izliyordu. Odanın tam ortasında durdu. Sophia oralı dahi olmadı. Hatta ona gözünün ucuyla bakmadı bile. Patrica'nın sarı saçları dizlerine dökülmüştü. Büyük ihtimal birisinin geldiğini duymamıştı. Omuzları hala daha sarsılıyordu. 'Benim suçumdu. Göndermemeliydim.'diye mırıldanıyordu. Ash gelmeden hemen önce boğazından bir hıçkırık kopmuştu. Ash Patricia'ya doğru yaklaştı ve hemen yanına çöktü. Biraz daha sinmişti kız şimdi duvara. Sırtını duvara dayadı Ash. Önemsizce bir şeymiş  gibi 'Benim için gözyaşı dökmediğini söyle'diye söylendi. Bilseydi Patricia için ne kadar önemli olduğunu, ona zarar gelmesinden ölesiye korktuğunu yine de böyle diyebilir miydi? Patricia duyduğu sesle irkildi ve saçları arasından Ash'e bir bakış attı. Gözleri arka arkaya kırpıştı. Sıkıca Ash'e sarıldı. Hayal olmasından korkarmış gibi sıkıca tuttu onu. Sanki buluttu da hemen patlayıverecekti. Titredi. Hıçkırık gibi bir cümle koptu boğazından.


-Geldin.


-Geldim ya.


Yeni bir şeyler hatırlamış gibi uzaklaştı. Ash'in çatlamış dudakların baktı. Kızarmış gözleri ile göz göze geldi. Karmakarışık kahverengi saçlarına dokundu, ürperdi. 


-Ne oldu? Bir şey mi yaptı sana o engerek? 


Son soruyu dişleri arasından sormuştu. Korkuyordu. Onun yüzünden zarar görmüş olmasından korkuyordu. Ancak korktuğu gibi olmadı ve Ash başını hayır anlamında salladı. 


-Çok iyilerdi. Hem evsiz biri için her şey güzel değil midir? Yuvası olmayan biri için. Ailesi katledilmiş biri için? 


Kenneth'a bakıyordu bunları söylerken. Sanki her şeyin sorumlusu Kenneth'tı. 


-Haksız mıyım Bay Jones? 


Bu gelen soruya ben de dahil odadaki herkes hazırlıksız yakalanmıştı. Bakışlar Kenneth'a döndü. Kenneth bir melankoli ile ona baktı. Gözleri yorgun ama cevabı bilen bir parıltı ile parlıyordu. 


Kenneth elinde tuttuğu silaha baktı. 


-Bunu yapmak zorunda mıyım? 


-Evet! 


Dedi arkadan gelen tüyler ürpertici ses. Karanlık gölgelerde yalnız kırmızı bir atkı seçiliyordu. Alacalı beleceliydi. Sanki ona kırmızı rengini veren şey farklı zamanlarda gelen kan lekeleriydi. 


-Evet zorundasın diye devam etti ses. Çünkü sen benim oğlumsun. Baş kaldırma benden devralacağın bir isim var. 


Dişlerini sıktı Kenneth. İçini kaplayan öfkeyi tanıyordu. Her zorlanışında yanında olan kişiydi bu. Phobos! Ona sinsi sinsi sokulmuştu işte tekrar. Gölgeler etrafını sarıyor onu boğuyor, dehşet içinde bırakıyordu duyduğu öfkeye karşı. Elindeki silahı sıktı. 


-İstemiyorum. 


Silahı yere atıp ayağı ile atkılı gölgeye itekledi. Hayatındaki herkes böyleydi işte. Birer gölge. Gölge insanlar. Dünyası böyleydi. Karanlık, dipsiz bir kuyu... Dipsizdi çünkü ne zaman en dipteyim diye düşünse daha da dibe çekiliyordu. Karanlıktı çünkü nereye dönse Phobos onun yanındaydı. Onu boğuyor, gözlerine bir perde misali iniyordu. 


-Bana karşı gelmeye cürret etme dedi gölge sakin bir biçimde. Ancak kırmızı atkısının yanına kehribar gözler de eklenmişti. 


-Bu sefer karşı çıkıyorum!Diye seslendi sese olağanca kararlılığı ile Kenneth. Phobos'u görmezden geliyordu ancak şimdiden dünyası kararmıştı. Nefes almakta zorlanıyordu. Derin bir iç çekerken kararan dünyasında ayak sesleri yankılandı. 


-İyice terbiye edin. Bana asla karşı çıkmasın. 


Nefesini verirken ensesinde Thanatos'un elini hissettiğini sandı. Zira el çok soğuktu. Ölü gibiydi. Ruhu yoktu. Yarı yürür yarı sürüklenir vaziyette Phobos'un gözlerine indirdiği perde biraz daha aralanmadan ilerledi. 


-Haklısınız Bay Ash. Ancak ailenizin olmamasından daha acı bir şey varsa o da olan aileyi hissedememektir. Oradadır ama orada değildir. Sizin ailenizdir ama asla olmamıştır. Sizin var olmanız veya olmamanız önemli değildir. Bunu yaşadığınızı düşünmüyorum. Ölen ölmüştür. Onu unutmak, kalbinize gömmek kolaydır. Güzel hatıralarda yaşarlar. Peki ya yaşayanlar öyle mi? Onları gömemezsiniz. Öldüremezsiniz. Susturamazsınız. Güzel anılarınız da yaşayamazlar. Sadece sizin kırık camlarınıza taş atarlar. Taş atarlar. Taş atarlar. 


Sessizlik... Uzun bir sessizlik oldu. Bu sessizlikte tüm olanlar gizliydi. Yaşayanlara baktık. Birbirimize... Hepimiz birbirimize taş atmıştık. 


Kinsey siyah saçlarına iliştirilmiş altın sorgucu ile tahtında oturuyordu. Yeşil kadife dağlar halinde ayakları altında toplanmıştı. Boş gözlerle boş taht salonuna bakıyordu. Kapı açıldı. Boş bakışları oraya yöneldi. İçeri simsiyah bir kadın girdi. Sophia. Önünde kırılmadan durdu ve etrafını süzdü. 


-Demek bir prenseslik kurmaya karar verdin! Güzel bir karar. Güzel bir saray. 


Ağır ağır ilerledi. Ipek siyah bulutlar halinde etrafında dönüyor, dönüyor, dönüyordu. Siyah eldivenli elini ona doğru uzattı Sophia. Narın parmakları arasında kırık bir gül vardı. Kinsey' in gözlerinden Sophia'nin sinsi sırıtışı kaçmıştı. Ablasının elinden gülü aldı. Kırmızı gülün sapı kırılmış birkaç yaprağı dökülmüştü. Ona baktı Kinsey. 


-Bir hediye. 


-Cok güzelmiş ama bu çok hasar görmüş. İyileşemez, büyüyemez ki. Kırılmış bu. Ölür! 


-Degil mi? Getirirken, yeni doğmuşken kırılmış bir gülü yeni bir ev asla iyi gelmeyecek, yaşayamayacak. Tıpkı senin gibi kardeşim. 


Kinsey tek kaşını kaldırdı. Yüzünde çarpık bir gülümseme ile etrafına bakındı ve merdivenlerden inip Sophia'nin karşısına dikildi. Boyu kısa kalıyordu. Neredeyse omzunda. Gözlerinde delice bir parıltı ile ona baktı. Sakin olmaya kendini zorluyordu. Gülü tuttuğu elini sıkma gafletinde bulundu. Dikenleri eline battı. Ama kalbinde duyduğu acı karşısında bu bir hiçti. Hatta dikenler sadece eline değil kalbine de batmıştı.


-Belki haklisin dedi düzgün tutmaya çalıştığı sesiyle, ama eksiğin var. Senin düşündüğünün aksine ben bir gül değilim. Ben bir Anka'yım. Ve Anka'yı öldürenler eğer yok olursa Anka kendi küllerinden daha güçlü ve ihtişamlı olarak doğar. O yüzden bende açtığınız yaraları deşmeye kalkma. Çünkü eskisi gibi susmayacağım. 


-Ne yapacaksın? Bir hiç. Hep bir hiç yaptın. 


-Bundan mı güç alıyorsun? Senin içten getirdiğin gücünden? Sakın unutma, şuanda benim kalemdesin. Benim kalemde gücünün hiçbir hükmü yok ve hayatın sadece benim dudaklarim arasında. Joseph'e olanları duydun mu? 


- Evet, gözünü neredeyse çıkarıyormuşsun. 


-O zaman Virginia'ya dedigimi de biliyorsundur. Bunların hepsi senin için de geçerli. 


Arkasını döndü ve tahtına geri oturdu. Elini havaya kaldırdı ve kapıya işaret etti. 


- Ne seni ne de Daniela dışında birisini sarayımda istemiyorum. Eğer gelirseniz sizi sessiz gelenler öldürecektir. Ve Thanatos sizin ruhunuzu alırken bana daha da çok kendinize lanet edeceksiniz! Bunu asla unutma olur mu? 


-Şuradan şuraya bir adım dahi atmayacağım! 


Kinsey derin bir iç çekti. Yeter diye düşündü. Yeter artık. Ne onlara ne de başkasına bu hakkı tanımayacağım. Beni bu saatten sonra kimse alaşağı edemeyecek. Asla tekrar kırılmayacağım.


-Nöbetçiler! 


Sophia hâlâ dimdik ona bakıyordu. Hâlâ burada büyüyü engelleyen bir şey olduğunu fark etmemişti. Hâlâ görmezden geliyor kendisinin üstünlüğünü ispatlamaya çalışıyordu. Içeriye kırmızı kumaşlara sarılı askerler girdi. Sophia'nın kollarından tutup çekmeye çalıştılar. Sophia direndi. Bağırdı. Çığlıklar attı. Tekmeler savurdu. Gücünü kullanmaya çalıştı. İşe yaramayınca gözleri yuvasından çıkacak gibi oldu. Tekrar çığlıklar attı. Nöbetçiler onu dışarı sürüklerken taht odasına haykırdı. 


-Yemin ederim Kinsey, babamın orduları geceleyin ansızın sarayını basacak ve sen uyurken seni öldürecek. Yemin ederim ki çok yakında öleceksin. Duyuyor musun beni prenses? Ne adın kalacak geriye ne de cismin. Unutulacaksın. Bir hiç olacaksın...


Sesini artık duymuyordu Kinsey. Sessizlik vardı taht odasında şunda. Elinde tuttuğu güle baktı. Haklıydı. Haklıydı. Haklıydı. O kırılmış bir güldü. Kendini kandırmaya o kadar alışmıştı ki. Senelerce kendini kandırmamış mıydı zaten? Derin bir nefes aldı. Ölecekti. Yalniz ölecekti. Sadece kırık bir gül olacaktı. Boşta kalan elini sıktı.


-Kırık bir gülden daha fazlasısın Kinsey. Sen Alphonsine'sin. Adını aldığın yeri unutma. 


-Alphonsine bir kraliçe olarak doğdu ama.


- Sen de öyle doğdun.


Kırıkça güldü. Gözlerinde yorgunluk vardı. Penelope bunu görüyordu. Bu şekilde amacına daha da yaklaşıyordu. Onu oynatmak ne kadar kolaydı tanrım. Içten içe gülümsedi. Ancak sesini bozmadan devam etti. 


- Alphonsine'in hikayesini biliyor musun? 


Başını iki yana salladı Kinsey. Bilmiyordu. Merak etmemişti. Herkes ona saygı duyuyordu. Efsaneye saygı duyuyorlardı. 


-Alphonsine aslında dışlanmış bir nimfaymis. Bir su ruhu. Su ruhlarının simsiyah sacları olurmuş. Bembeyaz bir tenleri varmış. Köpekten elbiseler giyer çıtkırıldım şeklinde dolaşırlarmış. Korkarlarmış deniz canavarlarından. Denizde pek hükümleri yokmuş. Zamanın ötesinde bir ruh doğmuş. Güçlü kuvvetli ve zeki bir kızmış doğan ruh. Diğerlerinin aksine bembeyaz saçları varmış. Uzun boyluymus. Güçlüymüş. Denize hükmedebiliyormuş. Savaşçıymış. Ruhlar onu aralarına almamışlar. Onu kovmuşlar. Konuşmamışlar. Alay etmişler. Kalbini çok kırmışlar.  O da canavarlarla konuşmaya başlamış. Onlardan birisi olduğunu düşünüyormuş ilk zamanlarda. Bu onu daha da yıpratmış. Daha da otekilestirmis. Sonrasında ise Alphonsine onlara hükmetmeyi öğrenmiş. En korkunç olanını da yanına alıp Kinsey denizinin dibine pusuya yatmış. Tüm öfkesini insanlardan ve ruhlardan çıkarmış. Öyle  ya da böyle ona saygı duymaya, adak adamaya başlamışlar. Onun kalbini kiran ve otekilestiren hiçbir ruhu tanımıyoruz ama Alphonsine'yi tanıyoruz. Ve sen ismini ondan alıyorsun. Alphon Dağlarından daha yüksek yarattığı dalgalardan Alphonsine adını almış. Clarimonda imiş gerçek adı. Zeki, acımasız ve güçlü olan. Sen de adini bu kadından alıyorsun. İsimler kaderi ve kişiliği yazar Kinsey. Sen en asi denizle onun ruhundan alıyorsun adını. Kinsey Alphonsine... Asla vazgeçme. 


Bakışlarını kaçırdı Kinsey. Vazgeçme. O çoktan vazgeçmişti zaten çırpınmanın ne anlamı vardı ki? Kalktı. Indi. Taht odasından çıktı. Taş duvarlar arasında kayboldu. Kendine gelmek için zamana ihtiyacı vardı. 


İnsan seli... Patricia'nın iki yanında da insan vardı. Cemiyetten olan kişiler. Yapmacik dünyalarının yeni kralla kraliçelerini kutlayacaklardı. Beyaz kırçıllı kürkünün altında kırmızıdan altın işlemeli elbisesinin ucundan tutarak tahtların önüne ilerledi. Altın sacları gümüş ipliklerle kafasının iki yanına örülmüş, yüzü fazlaca pudra ile beyazlatilmisti. Tahtın önünde durdu. Ağabeyinin yanında duruyordu. Gözleriyle bir kez daha süzdü herkesi. Kinsey dahi gelmişti. Insan selinin on tarafında siyah kumaş pantalonu beyaz bol gömleği, önünü iliklemediği yeleği, siyah deri çizmeleri ve saçlarını ördüğü haliyle her zamanki gibiydi. Belinde bir hançerle sadak vardı. Dimdik duruyordu. Gururluydu. Mutluydu. Yüreği acıdı Patricia'nin. Oracıkta bağırmak istedi. Özür dilemek istedi. Bu sirada gözleri Nana'sina kaydı. Kadın adeta aklından dahi gecirme diyordu. Patricia dişlerini sıktı ve elinde tacı tutan baş hakimeye baktı. Üzerinde siyah bir cübbe vardı. Altından sırmalı kırmızı ipek ve kadifeden içi yapılmış, incilerle süslü taca baktı. Dizleri üzerine çöktü. Derin derin soluyor beyninde dönen bölük pörçük düşünceleri hizaya koymaya çalışıyordu. "Bak bir kuş. Bak bir taç. Selen korkunç görünüyor. Metres oldu diyorlardı. Çocuğu olmuş mudur? Gerçekten bunları sonsuza kadar yönetmek istemiyorum. Bir şekilde kaçmalıyım. Alec de burada. Bakamıyorum. Çok korkuyorum. Sevmiyorum. Asla sevemeyecegim. Bağlıyım artık. Nişanlandım.  Herkes benden bir şey bekliyor. Ben hiçbirini yapamam ama. Yapabilirim. Bunun için yetiştirildim. Sadece yaşamak istiyorum. Yaşayamayacağım ama. Bu beni yok eden bir antlaşma gibi. Ne konusuyor hala bu hakime. Adı neydi acaba. Derin derin nefes almaya odaklan. Kinsey'e öyle davranmamalıydım. Ama onun güçleri yok. O bir ucube. Bu bana  senelerce öğretilmedi mi? Acımasız ol. Daha korkunç şeyler göreceksin. Savaşlar, kan, öfke... bunun için duygum olmamalı. Her şeye böyle üzülecek miyim? Ah taç geliyor. Taç bu kadar ağır miydi? Boynum kırılacak gibi. Nefes alamıyorum kalbim çok hızlı atıyor."

Hakime tacı Patricia'in başına taktı. Patricia'nin gözleri kapandı. Bir süre öyle durdu. Sonra ise ayağa kalktı. Tahta oturdu ve etrafına bakmaya başladı. Sonra ağabeyi.


Engelbertha kırgın gözlerle prensi izledi. Onu görmüyordu. Görüyordu ama sevmiyordu. Sevmeyecekti. Genç prensin gözleri kendisi dışında her genç kızın üzerinde duruyor , oyalanıyor, haylaz parıltılar oynaşıyordu. Kendisi dışında her kızda. Virginia'da. Penelope'de. Helga'da.  Kendisi dışında he kızda. Gözlerini sıkıca yumdu. Kadife yeşil kumaşla gözlerini sildi ve alkışladı. Gölgelerin arasından. Sırtı duvara değiyordu arada sıradan duvarda asılı duran gelincik işlemeli püsküllü halıya değiyordu. Kanlı gelinligiyle boynu bükük gelincik çiçeği... onun icin prensten farklı bir şey değildi. Kitapları arasına gelincik koyardı. Gelincik kuruturdu.  Acıyla gülümsedi. Asla o taci takamayacaktı. Sadece Bir sadrazamın kendisinin dahi önemsemediği kızı olacaktı ve unutulacakti. Neden hayattaydı o zaman. Oradan uzaklaşmaya başladım taş duvarlar arasından bahçeye çıktı. Gelinciklerin olduğu tarafa yöneldi ve kenarına oturdu. Tek tek gelincikleri sevdi. Ne kadar orada kaldı bilmiyordu ancak hemen yanında biri belirdi. 


-Tekrar merhaba. 


Prens... Kalbî teklerdi. Onun bakışları arasında prens Engelbertha'nin yanına oturdu. Konuştular. Akşama kadar. Içeride onun şerefine olan bir balo varken o onun yanında kaldı. Onun gözlerinin içine baktı Penelope'nin yıldızları almış gözleri varken. Onu dinledi Virginia'nin büyüleyen sesini dinlemek varken. Onun elini tuttu Helga'nin sıcacık elleri varken.Hayal gibiydi bu. Peri masalı gibi. İmkansız olduğunu hayat çok acımasızca ve aşağılayıcı bir şekilde Engelbertha'ya göstermişti. Asla sevilmeyeceğini haykırmıştı ona.


- Ne demek bu? Nasil iğrenç bir teklif! Bunu bana nasıl dersin?


Güldü prens. 


- Ne sandın. Sonuna kadar seninle yaşayacağımı, evleneceğimi mi? 


-Bunu yapmak zorunda değildin! Ama metres olmamı istemek ne demek? Ben senin altında olsam dahi bana bunu diyemezsin! Bir soyluyum ben! Soyum ve aile adım senden ve bu ülkenden daha değerli. 


-Bunu ben evlenince göreceksin. 


Prens saraya girdi.  Engelbertha yere, gelinciklerin arasına, dustu. Gelincikler userine kapandi ve onların kanli gelinliklerini elleriyle yırttı. Bağırmak istedi. Ama daha çok da o gelincikler arasında yok olmak. Bir gelincik olmak. Bu gidişle olacağı şey de oydu zaten. Umutsuz, kanlı gelinlikle, elleri kanlı bir gelincik.  


Derin ve içine çeken sessizliği bozan ilk kişi Sophia oldu. Ayağa kalktı ve onlara baktı. 


-Bakın hepimiz bir şeyler yaşadık. Ama önceden yaptığımız hataları düşünmememiz gerek. Eğer bunlar nedeniyle birbirimizi suçlamaya devam edersek koparız.


- Kimse seni suçlamıyor Sophia. Kimse seni zorlamadı da. Parçala kır dök yok et diye kimse seni zorlamadı. Bunlar senin seçimlerindi aynı benim tacımdan vazgeçmem gibi.


Sophia ona döndü. Kaleminden geçen öfke gözlerine yansımıştı. 


-O zaman senin Nana'yı nasıl ortadan kaldırdığından bahsedelim olur mu? 


-Konumuzun Nana ile ilgisi ne?!


-Konumuz yaptığımız hatalarsa en büyük hatan Nana'ydı.


-O kadın benden hayatımı, ailemi ve geleceğimi çaldı. Hickimse o kadını bana savunmasın. Ben benden çalınanlar için intikam aldım. Ve asla da buna pişman olmayacağım! 


Nana kendisinden nefret ediyordu. Geçmişteki hatalarının yüzüne vurulmasından da nefret ediyordu. Onda kemik manipülasyonu vardı. Ancak şuanda karşısında hiçbir gücü olmayan birisi vardı. Onun önünde dizleri üzerinde duruyordu. Gözlerini yere, hemen karşısında dura tahtın ayakları altındaki gölgelere, sabitlemiş hareket dahi etmiyordu. Kız ise soğuk bir sesle gürledi. 


-Suratıma bak! Bana bak! 


Kadın hareket etmedi. Onu duymuyor gibiydi. Hatta hala önemsemiyor gibi. Bu Kinsey'i çıldırttı. Tahtından ayağı fırladı ancak sadece fırlamakla yetindi. Başı bir hayli dönüyordu. Kalbî sıkışıyordu. Ondan çaldığı hayatı yaşamak istiyordu. 'Yaşayamazsın' diye fısıldadı biri onun kulağına. "Artık çok geç. Elinden kaçırdın. Bir ömür kayboldu. Tek bir defa geldiğimiz bu hayatı da kaybettin." Yumruklarını sıktı Kinsey. Sadece kabullenilmek istemişti. Ne kadar zor olabilirdi ki?Kabullenilmesine mani olan bu kadındı,  Kinsey kimsenin onu kabullenmek istemediğini bilse de bir günah keçisi arıyordu ve bu zavallı Nana'sıydı. Sophia'nın aklıyla oynadığı Nana'sı. İçeriye dolan soğuk rüzgarla bir onun gibi soğuk ve bıçak gibi keskin bir kez daha emir verdi bağırması ile karışık. 


-Yüzüme bak Nana! Yüzüme bak. 


Yaşlı kadın ona itaat etmedi. Bakışlarını tahtın gölgesinde tutmaya devam etti. Aşık oldun dedi kadın kendi kendine. "Aşık oldun ama reddedildin ve şimdi buradasın. Aşık olduğun adamın dışladığın kızının ayakları altında. Hep biliyordun değil mi, hep korktun ondan. Gözü karalığından korktun. Düşünmeden esmesinden korktun. En çok ondan korktun. Peki bana söyle şimdi neden en çok onun kanatlarını kırdın? Onun sırça köşkünü taşladın, hayallerini çaldın? Neden yaptın de hadi kendine? Sana annesini hatırlattı değil mi? Onu kıskandın. Tüm kızları arasında en çok annesine benzeyeni oydu çünkü. Her kızında o kadını gördün ama Kinsey'de daha çok..." 


-Ona o kadar  çok benziyordun ki? diye haykırdı yaşlı kadın. Ondan o kadar nefret ettim ve hayatını diledim ki seninkini çaldım. Sen aşk nedir bilir misin? Aşık oldun mu Kinsey? Sana bunu bahşedemezdim. Benim gibi birini daha yok etmene göz yumamazdım. Diğerlerine de! Senin aşık olmaman gerek!Başkalrına acı çektirirsin! Gerçekten sevenleri ayırırsın. Aşık oldum ben Kinsey ve benim aşkımı benden çalan kadından nefret ettim! Etmeye de devam edeceğim. 


Kinsey anlamamıştı. Anlamaz gözlerle kadına baktı. Aşık oldum. Senin aşık olmaman lazım. Başkaları da benim gibi acı çekmesin diye. Aklında dönüp duran cümleler ona ağır geliyordu. 


-Kim o kadın? 


-Annen, kraliçe Maddelin! 


Diye bağırdı bir kez daha kalbi gibi soğuk odaya. Seneler onun kalbini soğutmuştu. 


-Annem mi? 


Dedi kız fısıltıyla. Kadın acıyla başını salladı. 


-Annen benden her şeyimi aldı. Her şeyimi, anlıyor musun Kinsey? Belki de seni... Ağırlığını hayal edebiliyor musun sevdiğin adamın çocuklarını büyütmenin. Asla hayal edemezsin onunla bir kurduğun hayallerin gözlerin önünde bir başkasının yaşamasının acısını düşünemezsin, öfkeyi hissedemez, sesleri duyamazsın. Bunu sadece kalbi kırık ademoğlu bilir. Sen onlardan biri olmayacaksın çünkü sen duygusuz bir canavarsın Kinsey Alphonsine Nooren. Sevgi gibi saf bir duygu senin kirli kalbinde var olamaz. 


Kenneth bana baktı. Elimi avcunun içine aldı, elimin üzerine küçük bir buse kondurdu. 


-Sen duygusuz bir canavar değilsin. 


-Kendimi bildim bileli buna inandım. 


-İnandırıldın! Ailen tarafından, sosyate tarafından, halkın tarafından... Buna zorlandın Kinsey. kimse kendinden nefret ederek bu dünyaya gelmez. Koşullar buna zorlar. Doğduğumuz andan beri zincirliyiz Kinsey. Birbirimizi zincirliyoruz. Şort giydi diye birisini rahatsız etme hakkını kendimizde buluyoruz. Sırf biraz paramız var diye hayvanların yaşama hakkını elinden alıyoruz. Bizden farklılar diye insanları taşlıyoruz. Ve bunların olmaması herkesin en temeli olan yaşama özgürlüğü için birbirimizi kısıtlıyoruz. İşin komiği ise bunlar olmaya ve biz de kulaklarımız üzerine yatmaya devam ediyoruz. Çevremiz bizi şekillendiriyor ve genelde kalbimizi dinlemiyoruz. Buna sevmek de dahil. Kendimizi sevmiyoruz. Sevemiyoruz çünkü farklıyız. Sinirliyiz çünkü değişen dünyada hala eski düşünceler hakim ve biz bunlara zorlandık. Istakozun ona küçük gelen kabuğunda can çekişmesi gibi can çekişiyoruz ancak yine o doğduğumuzdaki zincirler yeni kabuğa engel oluyor. Nereden gelirsen gel. İnsan her yerde insan Kinsey. Şimdi gözlerimin içine bak ve doğruyu söyle, diğerlerinin amacını ve sözde amacınızı boş ver. Sen ne için buraya geldin? 


Ben ne için buraya geldim? Bu soru beni korkutmuştu. Bu sorunun cevabını zaten birkaç gün önce bulmuştum ve hala bulduğum cevaptan rahatsızdım. En sevdiğim yere, onun gözlerine baktım. Onun gözlerine bakarken hiç olmadığım kadar güvende hissediyordum. 


-Ölmemek için. Kendimi kanıtlamak için dedim sessizce. Ben bir şeyler başarmak istedim. Birilerini suçlamak. Sonsuz olmak... Sonsuzluk nedir bilir misin? Ölmemek değil hep hatırlanmaktır. Saygı duyulmasıdır. Bana hiç saygı duyulmadı Kenneth. Ne prensesliğimde ne de kraliyette. Asla saygı duyulmadı. Kabul edilmedim. Ben kabul görmek istedim. Bunu yapmamın tek yolu değişim. Bu tanımadığım hayatları kurtaracaksa umurumda değil. İstersen bencil de. umurumda değil. Ben bu şekilde bir hayat istemedim. İstemedim. 


Yanaklarımdan yaşlar hücum ediyordu yere, ellerime, dizlerime. Elimi Kenneth'ın elinden kurtarmıştım. Kenneth yüzümü elleri arasına alıp gözyaşlarımı sildi usulca. 


-Sana asla bencilsin diyemem kuzum. Hepimiz bir yerde benciliz. Hepimiz çıkarlarımız için hareket ediyoruz ve ne olursa olsun, ne kadar bencilce olursa olsun, senin yaptığın şey tehlikeli. Çok tehlikeli. Ve cesurca. Olağanüstü bir şey. Senin yaptığın şu şeye bende dahil günümüzdeki hiçbir bilim insanı cesaret edemez. Zaman ilerledikçe cesaret ölür çünkü. Ne yazık...


Kenneth bana sarıldı. Başımı omzuna koymama izin verdi. Ağlamama izin verdi. Aynı daniela gibi. Sonra fısıldadı.


-Nana'nın dediği mi oldu peki? Yani kalbin aşk gibi saf bir duygu için fazla mı kirliydi? 


-Aşık oldum mu diye mi soruyorsun? 


Cevap gelmedi. Biraz sessizlik oldu. Sophia ile olan kavgadan sonra herkes evin aytı bir köşesine dağılmış, biz de balkona çıkmış ayaza ve doğan güne karşı oturuyorduk. Daha doğrusu ben artık altında ezildiğim yalnızlığımdan saklanmak için Kenneth'a sığınmış onun omzundan gördüğüm kadarıyla doğan güne bakıyordum. Eos ortaya çıkıyordu. Homeros'un biricik, kızıl elli Eos'u... Kenneth'tan bir iç çekiş doğan günün sessiz sokaklarında yankılandı. 


-Evet teknik olarak onu sormuş oluyorum.


Biraz daha bekledi.


-Aşık oldun mu? 


Kenneth'ın omzundan hiç kaldırmadığım başımı salladım. 


-Evet. Hayatımda tanıdığım en harika adama aşık oldum. 


Başımı onun omzundan göğsüne çektim. O da bana bir kez daha sıkıca sarıldı. Ben yine onu Daniela'ya benzetmekten kendimi alıkoyamadım. 


-Ne demek bu Joseph. 


Kız fısıldadı çocuğa. 


-Sessiz ol Daniela! 


Genç, kızın ellerine yapıştı ve yalvaran bakışlarla devam etti. 


-Daniela mecburum. Ash'ın buraya geldiği zaten öğrenilecek. Yanlış bilgi verebilmem için bana güvenmeliler. Gerçekten zarar vermek istemiyorum hele ki sana asla! 


-Bunu biliyorum zaten Joseph. Ama başka bir şey diyebilirdin. 


-Harekete geçmeliyiz Daniela. Artık her şeyin başlama zamanı geldi. 


-Peki sen buna devam mı edeceksin?


-Onlara yanlış bilgi vereceğim. Söz. ama bana yemin et, kutsal abla Eudike üzerine, yemin et bundan bahsetmeyeceksin. Bunu sadece ikimiz bileceğiz. 


Daniela gözlerini kaçırdı. Kızcağız emin değildi. 


-Adelheide...


Diye  fısıldadı oğlan. Joseph ne kadar onunla bir çıkar için nişanlanmış olsa da onunla küçüklükten tanışırlardı ve Joseph sadece ona deli gibi ihtiyacı olduğunda küçük adı Adelheide ile seslenirdi. Adelheide, hem söyleyişi hem de yüzündeki ifade durumun ehemmiyetini göstermiş olacak ki Daniela iç çekti. 


-Kutsal Abla Eurudike üzerine yemin ederim ki kimse bilmeyecek. Ancak benim dediklerimi iletirsen ve emirlerime itaat edersen. 


Joseph kıza baktı ama aklını okuyamadı. Büyük surlar Daniela'nın aklını çevrelemişti. 


-Tamam güvercinim. Söz. 


Dönen aşıktan kaçının!


11.04.2021


sonraki bölüm



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness