Aynanın karşısında durdu kızıl saçlı. Uzun süre izledi kendisini. Sımsıkı tuttu tekrar saçlarını. Silik prenses... Dudaklarında bir gülümseme peydah oldu. Alışmıştı. Alışmak zorundaydı. Patricia gidince olanları düşündü.
Kırmızı kadife elbisesi ile taht odasına girmişti. Altından taci kafasında isildiyordu. Vekil prenses, sıradaki taht varisi olarak onun yerine bakıyordu. Evet, bütün hayatı boyunca amacı bu olmuştu. Bunun için çalışmış, bu günü beklemişti. Patricia'nın olmadığı günü. Tahta yaklaştı ve oturdu. diğer tarafında ağabeyi otuyordu. Slywa ülkesinin varis prens ve prensesleri,doğunun ve batının kralla kraliçeleri... Babaları 12.Luis daha ölmemişti,ölünce toraklar her zaman yapıldığı gibi ikiye ayrılacak, batıda duran halaları 8. Christina tahtından çekilerek bir sonraki kız kardeşe devredecekti. Taht meşru kralın oğullarına* aitti. Taht odasında gözlerini gezdirdi Sophia. Kadife perdelere mor sancaklara baktı. Bunların hepsi onundu. Hak ettiği yerdeydi artık. Patricia'nın geleceğine asla ihtimal vermiyordu. O gelecekteki batının yegane kraliçesiydi. Gözlerine inen perdeden taht salonunun kasvetli ve suskun havasını fark etmemiş, yüreği o ağır hava altında ezilmemişti. Her şey bir anda oldu. Taht odasının ağır kurt başlı kapısı önünde duran nöbetçiler kanlar içinde yere yığıldı. İçeri eli silahlı sinirli surat ifadeleri ile daha önce hiç görmediği kişiler bastı. Bir anda yerinden doğruldu ve gelenlere baktı. Düşman askeri değillerdi. Kendi askerlerinden değiilerdi. Derebeylerinin askerlerinden değillerdi. Peki kimlerdi. Onları çok sinir edecek bir şey yapmış olacağını düşündü. Ama o yapyığı kişileri tanırdı ve bu adamlara kesinlikle dokunmamıştı. En önde duran iri yarı adam avaz avaz bağırdı.
-Tacı iade et!
Peşi sıra diğerleri de bağırdı. O kadar büyük bir gürültü vardı ki odada Sophia'nın kulakları zonkluyordu. Elleri ile sakin olmalarını işaret etti. Susmaları için yalvardı. Ancak onlar susmadı. Gözleri ağabeyine kaydı. Yerinden kımıldamadan öylece oturuyor, adamları izliyordu. Sessiz geçen yıllarında insanları okumayı öğrenmişti. Bu işin altında ağabeyi vardı. Sesleri o kadar yükseliyordu ki... Güçlerinizi yüksek zümreden birisine kullanmanız sonucunda cezanız ölümdü. Belki de Sophia'yı şuanda koruyan bu yasaydı. Ağabeyi onlara ne demişti bilmiyordu ancak üzerlerinde gücünü kullanırsa bu tepki misli ile geri döneceğe benziyordu. Ne yaparsa yapsın susmadılar. Altınlar teklif etti vaz geçmediler. Ta ki kral 12. Luis yanlarına gelene kadar. Kralı görünce sustular. Kral onlara şöyle bir baktı ve kızının yanına geldi. Kahverengi saçları tacının altına öylesine sıkışmıştı. Aynı ağabeyinin sarı saçları gibi. Ona bakınca Patricia yı görmekten kendini alamıyordu. 'Çok fazla birbirlerine benziyorlar. Kopya gibiler' diye düşünmekten kendini alamazken babasına kaydı tekrar gözleri.
-Ne istiyorsunuz?
-Tacın sahibine verilmesini.
-Taç zaten sahibindedir,dedi babası. Sophia 2. dereceden batının meşru varisi. 3. dereceden de doğunun meşru varisi. Vekil prenses olarak işini yapıyor. Prenses Patricia ülkemiz için görevde...
Sözü kesildi kralın.
-Sürüldü denildi. Bulunamayacak bir diyara sürülmüş.
-Sürülmedi. Önemli bir göreve gönderildi. Bu nedenle taç iadesi yapılamaz. Ancak görüyorum ki bir isyan söz konusu.
-Size karşı değil kralım.
-Benim kızıma ve benim atadığım vekile karşı olan isyan bana da olmuş sayılmaz mı? Ayrıca ne cürettir ki benim sarayımı bu şekilde basarsınız?
Çoktan odaya doluşmuş olan diğer muhafızlar isyancıların kollarından tutmuştu. Onlar sürüklenerek giderken Sophia hala en güçlü kolluk kuvvetlerine sahip sarayın içine böylesine bir baskının nasıl gerçekleştiğini düşünüyordu. Odada tekrar büyük bir sessizlik olduğu esnada camlardan içeri havayı yırtan çığlık sesleri yükseldi. En fazla bir dakika sürmüştü acı feryatlar. Ama öylelerdi ki, insan asla unutamazdı. Ölümün sesi olsa tam olarak bu olurdu. Sarsıcı,güven yıkıcı,ölünse dahi unutulamayacak kabus gibi bir ses. Açık olan kapıdan beyaz gömleği artık beyaz olmayan Kinsey girdi. Hayır. Artık o Fallon'du. Nooren kraliyet ailesinin av köpeği, sessiz gelenlerin başı, amansız avcı ve kuzeydeki sarp kayalıklara kurulmuş prensesliğin leydisiydi. O kardşi Kinsey Alphonsine değildi artık. Ne yazık ki. Deri botları artık iyice ölümün koğuşlandığı odadaki sessizliği bölüyor, ölümün kokusunu taşıyordu.
-Elimden geldğince çabuk yetişmeye çalıştım. Böyle bir isyanı beklemedeydim. Hazırlık hazerini alır almaz geldim. Malesef benden hızlı at kullabilen yok. Bir ulak sadece yavaşlatırdı.
-Veya sadece mesaj atardın. Büyük annemiz Parisa Helen döneminde değiliz Kinsey. Telefon diye bir şey icat edildi. Bir dahakine lütfen haber vermeyi dene.
Korkmuştu ve kızmıştı. Kinsey'in yaptığı ego tatmininden başka bir şey gelmiyordu ona. Senelerce uğraştığı ve beklediği günün böyle geçeceğine ölse inanmazdı. Titrek bir nefes alıp odadan çıktı. Tacın ağırlığı boynunu kıracak gibiydi. Hayır maneviyatı çok ağırdı. Tacı çıkarttı ilerlerken. Taca sıkıştırdığı kızıl saçları omuzlarına dağıldı. Soğuk koridorlar ona daha tehditkar geliyor, ona daha acımasız olmasını öğütlüyordu.
Aynada bir kez daha kendisine baktı kızıl saçlı kız. İsteği şeyin ağırlını hep bildiğini fark etti. Kendinden utandı bir süre. Aynadaki yansımasından tiksindi. Geçen aylar boyunca öğrendikleri üzerine tekrar pişman oldu. Kıskandı güzel yaşayabilenleri. Bunu elinden kendisi mi almıştı yoksa birisi tarafından alınmış mıydı bilemedi. Yumruklarını sıktı. Her şeyi düzeltmek istedi. Oda ona küçük geldi. Kendisini zor dışarı attı.
Koştu. Koştu. Koştu. Ayaklarının onu götürdüğü yere. Bir sokak arısına. Sokağın köşesinde, gölgelerin içinde bir genç oturuyordu. Dizlerini kendisine çekmiş hıçkırarak ağlıyordu. Sarsılıyor, titriyor, sanki onu yakacakmis gibi günden kaciyordu. Utaniyor muydu yoksa saklaniyor muydu bilemedi Sophia. Ancak yanina geldi ve oturdu. Cocuk kahverengi gözlerini ona kaldırdı. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Kızı görünce iyice sindi duvar dibine. Sophia hiç ses etmedi. Sadece durdu. Sessizlik bazen çok şey anlatır insana. Bir lisandir. Bu lisanı sadece acıyla boğuşanlar konuşabilir. Sophia bu lisani biliyordu. Buyuk ihtimal kendi kardeslerinin de bu lisani bildigini fark etti. Ve daha buyuk bir farkindalik suratina tokat gibi carpti. Kardeşlerini o tahttan ve taçtan daha çok önemser olmuştu. Yüzü allak bulmaktı. Sararmıştı anında Sophia. Titredi. Bu zamana kadar duygu hissetmemisti. Kendini noksan kabul etmiş değer verdiği şeyler uğruna savaşmıştı. Geçmişi düşününce aslında bir yerlerde gerçekten onları sevdiğini fark etti. Belki bunu hayati boyunca hiç fark etmemişti. Ancak şuanda bu pis, kuytu ve karanlık sokak arasında farkına varıyordu. Ağabeyini de diğerlerini önemsiyor hatta biraz da olsa seviyordu. Tahttan ve taçtan daha fazla hem de.
Kendisini bir anda bir bahçede buldu. Bahçe kocamandı. Burayı hatırlıyordu. Burası eski sarayın has bahçesiydi. Küçükken burada oynarlardı. Büyüdükçe kaçtıkları yerlerden olmuştu. Bu anıyı hatırlıyordu. Daha doğrusu yeni hatırlamıştı. Neden bir anda gözleri önüne geldiğini bilmiyordu ancak şimdiden etkilenmişti. 4 kız kardeş ,o sıralar patricia 17 yaşındaydı, oturmuştu. Uzun zamandır ilk defa bu sekildelerdi. Kinsey' in de oturuyor oluşu bir anda içimi işitmişti Sophia'nın. Onaralar Patricia'nın evliliği konuşuluyordu ve Patricia ağladı ağlayacak durmasına rağmen hala daha dimdik çenesi ile pastasından yiyordu. 4 kız kardeş cimlerin üzerine, gölün kenarına, örtü sermiş ve üzerinde piknik yapıyorlardı. Kinsey'in gözleri bir an olsun ablasının üzerinden ayrılmıyordu. Hepsi biliyordu ki Kinsey' in Patricia ile veya diğerleri ile sorunu yoktu. Ablasını bu şekilde görmek onu etkiliyordu. Ne olursa olsun Kinsey daha çok küçüktü. O sıralar 14'üne yeni basmıştı ve kendisine model olarak Patricia'yi aliyor olmalıydı. Ve Sophia soğuk asfaltın üzerinde otururken bir gerçeği daha fark etti. Patricia ve Kinsey birbirlerine çok benziyorlardı. Kinsey gerçekten de onu örnek almış olmalıydı. Aynı mağrur bakışlar ve aynı gözü karalık. Asla yere eğilmeyen dik başlar ve birisi ile, özellikle kendisi ile denk birisi ile, konuşurken koyulaşan ve sertleşen aynı ses tonu. Ne kadar Patricia kendi kardeşleri de dahil herkesi yönetse de belli bir yerde bir idoldü. Bu yükü kendi omuzlarında düşündü Sophia. Ancak hayal bile edemedi. O silik prensesti. Kendisini bilerek siliklestirmis ve asil gucunu hep saklamisti.
Kızları incelemek istedi Sophia. Kendisine dışarıdan bakmak... Kızıl saçları her zamanki gibi topluydu. Tacına özenle altın iplerle örülerek sıkıştırılmıştı. Sarı elbisesi ve ateş kızılı saçları güneşte parlıyordu. Gözlerini Patricia'dan o da ayırmıyordu. Hatta biraz sinirli bir yüz ifadesi vardı. Beyaz tenine karanlık bir golge düşürmüştü öfke. Hemen yanında, solunda, oturan Daniela mavi bir elbise giymişti. Gözleri alışmadığı biçimde sağ kolununun çıplaklığına takıldı. O zamanlar iz olmadığı için Daniela kollarını kapamazdı. Yangında yanan sağ kolunu. O hep "Aşkın bedeli" dese de aslında bedel olan şeyin kolundaki iz değil kalbindeki iz olduğunu biliyordu Sophia. Daniela Joseph'i gerçekten çok seviyordu ancak Joseph onu hiç haketmemişti nazarında ve bu yüzden hâlâ ilişkilerini onaylamıyor evliliklerine karşı çıkıyordu. Joseph bir yılandı. Kızın buğulu gözlerinde birazcık aşk ve çoğunlukla da büyük bir korku vardı. Aşk aşıkların gözlerine bir perde misali iner. Işıldar orada. Bir kadının gözlerine bakınca içi gülüyor ise onu çok seven bir aşığı vardır ve kadın da ona aşıktır. Yoksa hayat zindan olur kadın birkaç ay içinde solar ve gider. Sophia bunu Daniela'da görmüştü. Parlayan gözleri de solup gitmeyi de. Ancak şuanda isildiyordu. Kumral sacları omuzlarına dökülmüş, kocaman inci küpeler takmıştı. Saçlarında incilerden bir zincir ve neredeyse gözleri önüne gelen bir sıra altın vardı. Hemen onun da solunda Kinsey oturuyordu. At sırtından yeni inmiş olacak ki üzerinde deri pantalonu ve beyaz gömleği vardı. Sırtına attığı deri yelek ve sıkıca bağlanmış bir kayış vardı. Buradan anladı ki sophia O gün kinsey ava çıkmıştı. Sacları mısır örgüsü şeklindeydi. Gözleri etrafı ince surmeler ile süslenmiş parmaklarına da deri kayışlar bağlanmıştı. Çatalını pastasina batırdı ancak pastadan yemeden doğrudan çikolata kahvesi keskin gözlerini ablasına cevirdi tekrar. Onunda solunda, ki bu sekilde bir çember oluyorlardı, Patricia oturuyordu. Sarı altın buklelerini örgüler halinde kafasının iki yanında sarmış ve incili bir zincirle sıkıca tutturmustu. Üzerinde kıpkırmızı kenarları ve kol boğumları incilerle süslü bir elbise vardı. Bu harika elbiseyi hatırlıyordu. Chiri Düşesi Alisya Chiri vermişti bunu Patrcia'ya. Birisi uzaktan görse kesinlikle mutlu bir kiz sanırdı ancak onun yanaklarındaki kan dahi çekilmişti. Suratı kağıt gibiydi ve yüzünden kilo verdiği bir hayli belli oluyordu. O zamanlar onun ağzına lokma koymadigini hatırladı Sophia.
Alec'in iyi bir namı yoktu. Kesinlikle iflah olmaz bir zamparaydi ve Patricia'dan yaklaşık 8 yaş büyüktü. Aç gozlunun tekiydi ve kumarbazdı. Ancak ne olursa olsun en güçlü dukaligin varisiydi ve Patricia için stratejik olarak ondan daha iyi bir es olamazdı. Ancak evlilikleri asla mutlu olmayacaktı. Patrcia Alec'ten birkaç gömlek üstteydi ve bu Alec için yeterli bir sınır krizi sebebiydi. Ayrıca Patricia evlenmeyi asla istememişti. Çocuk doğurması önemli değildi çünkü devlet onun çocukları tarafından yonetilmeyecekti. O birkaç yüzyıl önce Anglodia yarımadasına hükmetmiş kraliçe Corning gibi olmak istiyordu. Tek, hür, gücünü kimse ile paylaşmadan. Ancak babası ile görüşleri bu konuda farklıydı. En azından Sophia öyle hatırladı bu görüntüye bakarken. O sırada hayal olan Patricia konuştu.
-Babamın aklına giren Nana imiş.
-Bu kadın niye böyle?
Diye sordu kendisi.
-Korkunç birisi. Ölmeyi hak ediyor.
Diye devam etti Kinsey.
-Deme öyle kimse hak etmez kinsey.
-Hadi ama Daniela. Bu kadın şeytan. Hepimiz biliyoruz. Hem baksana ablam ne kadar üzgün.
-Ben üzgün değilim Kinsey.
Diye çıkıştı Patricia, suratı buz gibiydi.
-Öylesin. Senin en sevdiğin pasta var ancak sen bir dilim yedin. Bal gibi de üzgünsün.
-Kinsey!
-Efendim abla?
Patricia'nın aksine sakindi Kinsey. Ardından Patricia kendisine döndü.
-Birisini ikna edemez misin?
-Denerim.
Gözleri önündeki anı yerini başka birisine bıraktı. Bu sefer bir kalenin önündeydi Sophia. Üzerindeki kahverengi pelerini basından sıyırdı ve kızıl sacları bir kez daha ortaya çıktı. Önündeki kale Alec'in dukaliginin kalesiydi. Wasterburg kalesi. Alec'in büyük büyük büyük halası kendi dedesi 16. Patrick döneminde yaşamış ve Patrick'in eşi Parisa Helen'in ağabeyi Adalhard Chlodhwig ile evlenen Elizabeth Westerburg idi. Yanı aslında gücünü sarayla olan bağlarından ve Germania Imparatoru Markiliği ile olan ilişkilerinden alıyordu. Ki bu da Patricia ve ülkesi için çok önemliydi. Ancak Patricia'da haklıydı. Alec'in bir kiz kardeşi daha doğrusu ablası vardı ve ağabeyleri Jackson evlendirilmek yerine Patricia'nın evlendirilmesi saçmaydı. Bu konuda üzülen ablasına hak veriyordu. Ona değer verdiğini şimdi daha net gördü Sophia. Çünkü boş beyinle ve dingin kafayla geçmişe bakınca aslında evlenmesinin kendi tacı için daha güvenli olduğunu görmüştü. Patricia bu sayede daha fazla uzakta kalabilir hatta tacından bile vazgeçebilirdi belki de. Ancak Sophia onu önemsemişti. Westerburg kalesine girdi. Ona Alec'in onu calisma odasinda bekledigi soylendi. Sophia'da yesil kadife elbisesinin uclarindan tutarak odaya çıktı ve basını o gelmesine rağmen kaldırmaya tenezzül etmeyen Alec'e dikti. Hafif bir oksuruk ile dikkatini kendi üzerine çekti. Alec doğruldu ve arkasına dayandı. Bağlantılarının üzerine bir de ateşe hükmedebiliyor oluşu ona güven veriyordu. Aklına küçük kardeşi Helga'da da atesi yönetme gücü olduğu geldi. Kardeşleri istemese de kiyasaladi. Ancak onlar da Patricia ve Jackson gibi kıyaslanamayacak kadar birbirlerine benziyorlardı. Aynı kahverengi gözler, aynı kahverengi kıvılcım saçlar, aynı bronz ten... Ellerini masasında tıkırdattı Alec ve gülümsedi.
- Sophia Gliselda Nooren. Neden buraya geldin?
Gliselda... Bu ismini duymamalı uzun zaman olmuştu. O taslıktaki küçük kızın adıydı. Silkelendiğini gördü anısında Sophia ve anıdaki kızıl gözlerini buz gibi bir soğuklukla Alec'e dikti.
-Kısa sürecek. Evlilikten çekilmeni istiyorum.
Alec şaşırmıştı. Patricia'yı sevmezdi. Ancak onunla evlenmek demek daha fazla güç, para ve onurdu. Alec de bunlara önem veren bir centilmendi. Bu nedenle buna şiddetle karşı cıktı.
-Asla olmaz Gliselda. Bu evlilik olacak.
Göz devirdi Sophia. Dişlerini sıktığı her hâlinden belliydi.
-Olmayacak. Geri çekileceksin Alec. Beni zor durumda bırakma.
-Ne yapacaksın? Beni etkin altına alıp zorlayacak misin? Biliyorsun ki bu evlilik anlaşmalarını yapanlar babalarımız ve sen beni o kadar uzun süre etkin altında tutamazsın. Bu seni yorar.
-Yapabileceklerimi bilmiyorsun.
-Biliyorum ve artırıyorum Gliselda. Bu teklifle bir kez daha gelirsen Westerburg zindanları seni mutlulukla ağırlayacaktır. Karşında senin ben varım.
-Westerburg dukalığının varisi olman benim için bir şey ifade etmiyor. Ayağını denk al. Uyarıyorum seni Alec.
- Sen ve kardeşlerin bir hiçsin Sophia. Kardeşini ben yukseltecegim. Bir özelliğinin olmadığını biliyoruz. O gelecekte evlenip evlendiği adamın çocuklarını doğurmak için yetiştirildi. O bir hiç ve sen benden varis hakkımı istiyorsun. Seni küçük kiz, kendini ne sanıyorsun? Bu silik halinle kurtarıcı mı?
Sophia sinirlenmişti. Bir anda eline aldığı kılıcı Alec'e doğru savurdu. Ve Alec de kılıcı keskin yerinden kavrayiverdi. Gözlerinin şaşkınlıkla açılması bunu isteyerek yapmadığını gösteriyordu. Sophia'nın suratında bir gülüş peydah oldu. Sonra ise kılıcı elinden bıraktı. Anıdaki sophia' nin gideceğini düşünürken bir anda geri döndü. Alec şaşkınlıkla sicim sicim yere, mermerin üzerine damlayan kırmızı kanını izlerken masasında duran altın şamdanı kaptığı gibi Alec'in kafasına geçirdi. Alec kanlar içinde yere kılıcının üzerine düştü. Kılıcı sağ omzunu siyirmisti ve kafasının da iç acıcı durumda olduğu söylenemezdi. Sophia soğuk kanlı bir şekilde iç çekti ve ve hala gözleri açık olan Alec'in kulağına eğildi. Kafası kanıyordu ancak bayılmamıştı. Darbe ile sersemleyip yere düşmüştü. Yerde hafifçe inliyordu. Fısıldadı kiz.
-Patricia asla sana varis doğurmayacak ve düşüncenin aksine Patricia bunun için değil koca bir ülkeyi yönetmek için eğitildi. Tüm hayati elinden alındı. O 16. Patrick'in torunu. Ve Sylva'nin göreceği en büyük imparatoriçe olacak. Sen de onun gölgesinde curuyoreksin ve asla hayallerine kavuşamayacaksın. Bir daha ne onu ne de Nooren kanı taşıyan herhangi birisini kucumsemeni önermem. Yoksa senin aklına girer ve seni yok ederim. Asla yapacağım şeyi kestiremezsin.
Tekrar doğruldu ve kapıdan çıkıp gitti.
Gözleri önünden geçen 2 anı ile sarsılmıştı kiz. Bunu beklemiyordu. Bunlar değer hatta sevgiydi. Yüce Germania Imparatorluguna bağlı bir Markiliğin dükünü tehdit etmişti. Hatta kanlar içinde yerde bırakmıştı. Eğer bu öğrenilseydi kendi tacı hatta omuzları üzerindeki kafası için büyük tehdit teşkil ederdi ancak bunu önemsememişti. Eh bu yaptığı pek etkili olmuşa benzemiyordu ancak buraya kaçışları Alec'in onurunu yıpratmış olacak ki nişanı atmıştı.
Yanında ağlayan çocuğa baktı. Kızıla çalan kahverengi kivircik sacları birbirine girmişti. Atakları çıplaktı. Sanki evden bir anda çıkmıştı. Dizlerini kendisine çekmiş basını da dizine dayamıştı.
-Neler oluyor?
-Hiçbir şey. Neden soruyorsun?
-O zaman neden ağlıyorsun ve sormak istiyorum.
-şu anda şeytanın uşağı ile konuşuyorsun. Nasıl bu kadar rahatsın?
-Bence kimse şeytanın uşağı değildir.
-Aileme göre öyleyim.
Konuşmasında belli bir italyan aksanı vardı. Sesi çatlamıştı. Hatta sona doğru biraz da kisilmisti. Sophia Kinsey'e de öyle baktıklarını fark edince kendisinden daha da utandı.
-Neden?
-Ben...
Dudaklarını ısırdı genç ve devam etti sözlerine zorlukla.
-Erkeklerden hoşlanıyorum. Yanı hemcinsimden ve... Ve bu sadece şeytanın yapacağı bir şey. Öyle değil mi?
-Ben bir rahibe değilim. Bu konu hakkında sana vaaz veremem ancak hayatının belli bir yerinden sonra olmayacak kişilerin sana ettikleri hakaretler ve aşağılamalar seni üzmemeli.
-Onlar ailem.
-Biliyorum. Bu daha zor ya işte. Ama inan onlar da bunu beklemiyorlardır. Yanı kendileri için bir evlat hayalleri var.
-O hayaller benden daha mi önemli yani?
-Asla.
Iç çekti Sophia. O da elinde olmayan nedenlerden dolayı Kinsey'i suçlamış ve dışlamıştı. Aynı o çocuğunun ailesinin yaptığı gibi. Ona verdiği gülü hatırlayınca daha da kızardı. Öyle ki sacları ile aynı renge büründü.
-Bu konuda seni teselli edecek son kisiyim çünkü ben de benzer şeyler yaptım. Ancak... Tek suçun buysa bu bir suç değildir ki.
-Yemin ederim bir şey yapmadım. Çalmadım, yalan söylemedim. Beyaz yalan dahi... öldürmedim. Insanların hayatlarına karışıp kötülük etmedim. Peki neden hep ben yaşadım. Neden hep ben kırıldim. Kaldıramıyorum. Ben 3 tane psikolog degistirdim. Hatta hastanede dahi kaldım. Intihar girişimi nedeni ile gözetimde tuttular ancak yemin ederim evimi yeğlerdim. Ben günahkar doğmuş olmalıyım. Bunlar i haketmedim. Bunları haketmedim.
Sophia içinde kopan fırtınaları hissedebiliyordu. Çok korkunç bir depresyonun pencesindeydi ve eğer dediği gibiyse de kurtarılması gereken başka birisiydi. Aynı Ash gibi. Patricia ile uzun uzadıya konuşmuşlardı çünkü artık sadece birbirlerine güvenleri kalmıştı. Patricia paralarının azlığından ve ınsanları bu kadar az kişi asla kontrol edemeyeceklerinden bahsedip birisini söylemişti. Kırmızı Atkılı Jones. Dediğine göre bu isim tehlikeliydi. Ash'le büyük bir sorunu vardı ancak onlara yardim ederse güçlü bir müttefik olurdu. Ve tabiki Güllü ile ekoseli de öyle de. Bu 3 saydığı kişi dediğine göre yeraltının en büyük mafyalarındandı ve ınsanları ayırmada kullanilabilirlerdi. Ancak en başında yanlarına temiz olanları çekmeye çalışıyorlardı. Ki diğerlerine örnek olsunlar. Gözleriyle çocuğu taradi ve konuştu.
- Eğer istersen bu durumdan seni kurtarabilirim. Bana daha doğrusu bize yardım edersen, dünyayı değiştirebiliriz. Sadece emin olmam lazım. Bir şeyden. Bu nedenle benimle gelir misin?
Tereddüt etti oğlan. Bunu görebiliyordu Sophia. Onun yerinde kendisi de olsa tereddüt ederdi. Ancak sonunda basını salladı.
-En çok ne kaybedebilirim ki?
O sırada Ash'in de bunu dediğini hatırladı Sophia.
"En çok ne kaybedebilirim ki?" Canından bezmiş, yasamak için amacı olmayan kimselerin ve daha da önemlisi gençlerin kaybedecek bir şeyleri yoktur. Neyle korkutacaksınız onları?En fazla canları olabilir ki zaten onlar daha başlangıçta bunu bilerek hareket ederler.
Bunları düşünürken Sophia yürüyordu. Evlerinin önüne gelince durup baktı. Kahverengi boyası yer yer dökülmüş apartmana baktı. Patricia'nın niye burayı seçtiğini bilmiyordu. Belki de o bahsettiği adam vermişti burayı ona. Her nasıl olursa olsun buraya gelmişti ve kalmıştı. Ablasının yüz ifadesinden odasını da beğenmediğini hatta evi sevmediğini biliyordu. O zaman ona burayı birisi vermişti ama kim? Bunları düşünecek vakit olmadığına inanarak binaya girdi ve bozuk olan asansörü es geçerek 7 Kat yukarıdaki dairelerine doğru çıktı. Içeri girince Joseph'le tek konuşmak istedi. Etrafına bakındı. EN sonunda Joseph'i balkonda, mermer zemine oturmuş halde buldu. Çok dalgın duruyordu. Hata yapmış da onu gözden geçiriyor gibi bir hali vardı. Yanina çöküp omzuna dokundu.
Valentina, evde olan kavgadan çıplak ayak kaçmıştı. Ancak hep duyduğu, birkaç sene önce marketteki soğuk dolapların arkasına düşüp ölen genç gibi olmak istemediği için kuytu bir sokağa dalmıştı. Belki onu serseriler öldürecekti ancak ölü, atmayan kalbe ev sahipliği yapan, bedeninin bulunamamasindan kesinlikle çok daha iyiydi. Dizlerini kendine çekip yaşadıklarını düşündü. Bağrışları. Babasının annesine bakıp "Görüyor musun Virginia;benim oğlum, benim oğlum neler diyor? Ah başına gelenler. Tanrım tanrım ne yaotim, hangi günahımın bedeli bu çocuk?" Diye böğürüyor, annesi ise hıçkırıklar altında yerde dövünüyordu. Dizlerine vuruyor, ellerini kafasının yanlarına alıyordu. Daha fazla dayanamamıştı Valentina. Koşarak kaçmıştı. Aslında amacı orada öylece durmak ve tanrıya ölmek için yalvarmaktı. Ancak anlaşılan tanrının başka planları vardı çünkü karşısına bir rahibe belirmişti. Tamam o bunu yalanlıyordu ancak o gunahlarini anlatacak birisi olarai gormustu kadini. Belki de bir melek. Demek tanri ondan hala umutluydu ve kizgın degildi ha? Kızıl sacları sımsıkı tutulmuştu. Boğazına kadar kapalı sarı bir gömlek ve kahverengi kumaş bir pantalon giymişti. Ayaklarında dizlerine kadar çıkan kahverengi deri çizmeler giymişti. Omuzlarında yine kahverengi bir hırka vardı. Biraz garip duruyordu yabancı ancak bir o kadar da kendisine çekiyordu insanı. Ilk defa ailesi dışında birisine itiraf etmişti ki zaten ailesine de bugün söylemişti gay olduğunu. Ancak kiz onu yargılamamıştı ailesinin aksine ancak içimi kemiren hir soru vardı. Kız ona onun ailesine benzeyen hareketleri zamanında yaptığını soyl3misti. Yanı kendisi bir çeşit günah çıkartma miydi? Bunu aklından kovmaya çalıştıkça daha çok kendisine çekiyor ve dibe batıyordu. Bu düşünce onu öldürüyordu. Kimsenin karşılıksız iyilik yapmayacağı hissi... Işte bu korkunçtu. Oysa o sadece mutlu olmak, diğer ınsanları mutlu etmek için iyilik yapardı. Iyilikte menfaat düşünülür muydu ki? Ona dünyayı değiştirmek derken inanmamıştı ancak kaybedecek bir şeyi de yoktu. Yabancı onu bir eve götürmüştü ve şimdi de oldukça yakışıklı bir oğlanın yanındaydı. Oğlanın sarı sarı sacları ve gümüşi hatta biraz uzaktan bakılınca kahverengiye calan gözleri vardı. Uzun boylu oldugu otursa da belliydi ve göğsü ne kadar yorgun ve üzgün baksa da gururla şişmişti. Dudaklarını yaladı oğlan ve kendisine dondu o delip geçen gözleri. Sanki içimi okuyordu ancak onun düşündüğü hiçbir şey yoktu. Fısıldadı yabancıya doğru.
- Sophia, o haklı. En ücra anılarında acı, keder var. Titrek birer anılar ancak asla silik değiller.
Demek yabancının adı Sophia'ydi. Çok güzel bir isim diye iç geçirdi Valentina. Sophia basını salladi.
-Burada kalabilir mi diye Patricia ile konuşacağım.
-Fazla kişi olduğumuzu söylemez mi?
-Bence demez.
Oğlan basını salladi ve tekrar gözlerini balkondan aşağı dikti.
Sophia rahatsız olmuştu. Joseph asla böyle durmazdı. O umursamaz bir adamdı. Bu şekilde duruyorsa bir sorun vardır demekti. Yanina doğru sokuldu ve dizlerini kendine çekti. Bugün artık o olduğunu sandığı Sophia olmak istemiyordu. Icfuduleri ne derse onu yapacaktı.
-Neler oluyor Joseph?
Joseph ona bakmadı. Dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı. Iç çekti Sophia. Büyük ihtimal Engelbertha ve bizim aramızda kaldı diye düşündü. Bu zor bir durumdu. Ve bildiğin ihanetti. Elini onun omzuna koyup sıvazladı.
-Joseph ne olursa olsun doğru kararı vereceğine inanıyorum. Sen zeki birisin. Kıvrak bir zekân var ve Kinsey'i Patricia' yi hatta Engelbertha'yı bile atlatabilirsin.
-Peki ya ağabeyin. Prens Jackson... Onu atlatabilir miyim?
Ağabeyinin onlardan daha kurnaz olduğunu biliyordu ancak atlatmak zorundalardi. Bunun üzerine gülümsedi Sophia.
-Elbette Joseph. Eğer ağabeyime karşı senin yanında durmam gerekirse duracağım.
-Benden nefret ettiğini sanıyordum.
-Daniela'yi uzmedigin müddetçe muttefikiz. Ancak bu ittifak, kardeşlerim hatta diğerleri için de geçerli, Daniela'nin tek bir gözyaşında biter ve hatta cezanı biz değil babamız verir.
Gözlerini o da balkondan aşağı çevirdi. Onsirada Josephin fisiltisini duydu.
-Asla ona zarar gelmesine izin vermeyeceğim.
Oğul*: Türkçe'de bilinenin aksine erkek evlat degil direk evlat anlamina gelmektedir. Evlat arapca bir kelime olup veletten turemistir. Ancak ogul bu kelimenin tam karsiligidir. Uzun süren savaslar sonrasi halk agzinda erkek evlat anlamina oturmustur. Turklerde kiz veya erkek evlat diye iki ayri kelime bulunmasa da oğul kelimesine yuklenen erkek evlat anlamindan sonra bağır anlamina gelen sine kelimesine de kız evlat anlamı yuklenmistir. Ancak bu kelimeler anlam daralmalari ve degismeleri nedeni ile cumle icinde farkli anlamlar tasiyabilirler. Bu cumlede de onun oğulları ifadesi kız ve erkek evlatlar ayirt edilmeksizin soylenmistir.
25. 07. 2021
Yorumlar
Yorum Gönder