Çok rahatsızdı. Kalbi deli gibi çarpıyor, sessizliğinde boğuluyordu. Her şeyde bir hata arıyordu artık. Bu kadar düzgün ve de dolu dizgin gidemezdi hiçbir şey. Kabul ediyordu. Buraya gelmek harika bir duyguydu. Ancak gelirken o kadar harika hissettiğini söylemezdi. Önce büyük bir acı duymuştu. Sonra acı yerini hissizliğe bırakmıştı öyle ki kanı buharlaşmış, sonra görememiş ve kısa süreliğine ölmüştü. Ölüm iğrenç bir şeydi. Evrenler arasında Azrail iş yapıyor mu bilmiyordu bile. Sonra bir anda dağlık ve de otlarla kaplı bir alanda kendini bulmuştu. Herhangi bir makine yoktu. Onu yok edecek kadar zeki idi Kinsey. Ancak zaten başka bir evrene geçiş için makineye ihtiyaç da yoktu. Makine tek parça halinde güvenle seyehati sağlamak amacıyla diğer tarafa da kurulurdu. Kendini yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Her yeri yerindeydi ve sorun olmamıştı. Parçalara ayrılmamıştı, birlikleri de öyle. O da önceden gelen Helga'yı aramaya başlamıştı. Onu bulması da kolay olmamıştı. Birkaç haftası onu aramakla geçmişti. Sonunda bulduğunda ise, eh ucu ucuna avlarını kaçırmıştı ancak Engelbertha eğer bir sıçan yakaladıysa vardır bir bildiği dedi kendi kendine. Insanları ayağına çağırmayı severdi o. Uçağın camından dışarı baktı. Pamuk kümelerine benzeyen bulutlar üzerinde yol alıyorladı. Canı sıkılmaya başlamıştı. Yanında oturan Helga'ya onun bir yanında oturan Benjamin'e baktı. Benjamin gözlerini kapamıştı. Uyuyordu. Helga yanında pıtır pıtır kitap okuyordu. Her şey yolunda gibiydi ancak Penelope yine de rahat değildi.
Kinsey'in söyleyenin kendisi olduğunu öğrendiğindeki yüz ifadesini hayal etti. Hayal ettikçe keyiflendi.
"Ah hayır" diyordu Kinsey. "Bana bunu yapmış olamazsın seni gaddar cadı! Adaşın Penelope gibi olmanı dilerdim. Spartalı Penelope!" Ve o sırada gülerdi Penelope. "Sen de Kirke mi olacaksın? Oldu o zaman aynı adama aşık olup kol kola bir adada yaşayalım" tiksindirici bir ifadeyle bakardı Penelope. Saçmalığın danişkası diye düşünürdü. "Bir kişiyi en kolay onun güveni ile elde edersin. Güveni sevgiyle ve de farklı davranarak. Özel hissettirmelisin ki senden kopamasın. Sen sadece bir araçtın Kinsey. Kim seni ne yapsın?" Ve Kinsey yıkılmış gözlerle ona bakardı. Yerlere kapaklanır sırtından vurulmanın verdiği acıyla ancak Penelope'den kopamamakla birlikte bacağına yapışırdı sonunda.
"Lütfen," derdi gözleri inci taneleri ile süslü savaşçı "lütfen beni sensiz bırakma! Kirke de olurum, Thelemakhos da! Yeter ki yanında olayım. Tek dostum sensin. Benden bir şey beklemeyen! Yalvarıyorum sana yalan de! Yalan, seni üzmek istiyorum de gökteki yıldızlar adına lütfen." Sonunda sesi fısıltıya döndüğünde ve gölgeler de duyamadığında onu tekme atardı Penelope. Aşağılayıcı bir bakış atardı Dünya'yı kendi labaratuarı insanları ise kobay fareleri gören kıza; kralın , 12.Luis'in, kızına. Ve de bakışlarını cama çevirip gülerdi. "Düşler ülkende iyi eğlenceler." derdi soğuk ve zaferle yoğrulmuş sesiyle. Sonra da odadan çıkardı ki onu biraz daha görmeye tahammülü yoktu zaten.
Keyifle oturmaya devam etti. Gözleri boşlukta bir şey bulmak umuduyla daldı. Düşüncelerinin seyri de aynı yolu izledi. Patricia'nin ne kadar gaddar olduğu biliyordu. Yapacaklarının siniri hiç olmamış gibiydi kızın. O gün gördüklerini, o birkaç saniyelik siniri ile yaptıklarını unutamıyordu. Aklına bir düşünce girdabı olarak giriş yaptı anılar.
Sarışın kız, önünde uzun uzadıya duran dağlara ve de nimfa kraliçesi Alphonsine'nin yaşadığı söylenen denizlere bakıyordu. Dimdikti. Inançsız bakıyordu gözleri. Sanki birkaç dakika önce her şeyden umudunu kesmiş ve zorlandığı bir şeyi hayatının merkezine koyduğu şey için yapmış gibi bir yük omuzlarına çökmüştü. Sıktığı küçük yumruklarını bitmişlikle açtı. Akmamaya yeminli inci taneleri ait olduğu yere, denizlere, ulaşmak için âdeta çırpınıyordu. Yüreğinin sıkıştığı hissetti kız. Midesi deli gibi bulanıyor, başı dönüyor; ara ara gözleri, zihni ve bedeni karanlık bir uçurumdan yuvarlanır gibi kendini koyveriyordu. Başının içinde durmadan bağıran acı , keder, öfke ona şuracıktan atlamasını veyahut şapele gidip önüne kim gelirse kesmesini emrediyordu. Emirlere itaat etmek için daha önce hiç duymadığı bir istek kalbinde cirit atarken parmağını kaldıracak gücü kaslarında bulamıyordu. Bedeni oracığa yatıp sonsuza dek toprak ana Gaia gibi uyumak istiyordu. Mayışmıştı. Beyni yıkılmış hayallerinin harabeleri arasında titriyordu. Ağlıyordu. Aşık olacağı günü beklemişti. Her kız gibi bunu düşlemişti gizliden gizliye. Ancak onunla değil! Acı bir hıçkırık boğazından yırtılırcasina tırmanırken arkasından bir ses geldi.
-Üzüldüm.
Anında kendisini toparladı Patricia. Poker suratına geri döndü ve de duygularına.
- Sen kimsin? Dur tanıyorum galiba. Cheryl Kontluğunun varisisin.
İç çekti karşısındaki kız.
- Penelope Cheryl ekselansları. Ayni zamanda da Kinsey'in arkadaşı. Hah bir de psikiyatrist. Yanı demem o ki hem bir aristokrat hem bir misafir hem de seni anlayacak bir arkadaşım. Ne oldu? Solgunsun.
İç çekti Patricia.
-Hiçbir şey...
Şaşırdı Penelope.
-Nasıl hiçbir şey?
-Duydun. Bir hiç. Keşke bir şey olsaydı. O zaman içinden çıkmak, bulunmayan ucu bulmak kolay olurdu.
Anlamamıştı Penelope. Etrafına bakındı. Deminki şapelden çıkan kalabalık da yoktu simdi. Kimse yoktu.
-Daha önce hiç hayatımın hatası dediğin bir şey yaptın mı?
Penelope tam konuşacakken bir silah sesi duyuldu. atılan kursun hemen yanlarındaki ağaca isabet etmiş, orada bir yerde gözden kaybolmuştu. Patricia ayağa kalktı ve sesin geldiği yöne baktı. Eli silahlı yüzleri maskeli 2 genç adam dikiliyordu.
-Prenses.
Yılanın sesi gibi çıkan ses o kadar iticiydi ki... Patricia öyle bakmaya devam etti.
-Seni ve arkadaşını ,Penelope'yi işaret etmişlerdi , almaya geldik. Lord Alec sizin için yüksek bir fidye ödeyecek...
Adamların sözünü kesti Patricia.
-Alec'le ne ilgisi var?
Adamlar güldü.
-Bizim işimizi bozdu, dedi birisi.
-Cezasını çekmeli.
-Benimle ne ilgisi var diyerek dik dik bakmaya devam etti Patricia.
-Sen onun nişanlısısın ekselansları. Hem burası dağ başında bir şapel. Kimse yok. Duyamazlar sesinizi.
Patricia'nin gözlerinden adeta ateş çıkıyordu ancak o sükunetini korur gibi davranmaya devam etti. Omuzlarını silkti.
-Ben prenses Patricia Elizabeth Nooran. Bu krallığın prensesi ve de ikincil dereceden varisiyim. Basit bir lordun nişanlısı olarak bir tutulmayı hiç sevmem.
Adamlar ellerini kalplerine götürüp yere yıkıldılar. Bir daha da kalkamadıar. Patricia Penelope'ye baktı.
-Hatam işte bu. Asla mutlu olamayacağımın nedeni. Alec ile evleniyor olmam. Keşke, keşke önüne gecebilmenin bir yolu olsaydi.
Patricia yere kapaklandı ve özgürlüğe uçmak isteyen hıçkırıklarını serbest bıraktı. Penelope ise hala Patricia'nin sinirlenince öldürücü olabilen gücünün kanıtıyla bakışıyordu. Titredi. Hiçbir şey diyemedi.
Penelope yutkunmaya çalıştı. Bir anda gözleri önüne ölümü gelir gibi oldu. Yaptıkları saçmalığı ilk kez fark etti. Gitmişler ve kendi hayatlarını, Anaksimenes'in arkesini ,o vahşi cadının, ki artık Pasiphe olduğunu düşünüyordu , ellerine bırakıvermışlerdi. Kafasını pencereye vurma isteği geliyordu içinden.
Engelbertha masada oturan delikanlıyı süzdü. Önüne koyduğu yemeği yemiyor suyu içmiyordu. Gözlerinde bir zafer vardı adeta. Mutluluk. Bir şeyler mi planlıyor diye düşündü Engelbertha. Ancak ne planlarsa planlasın sonunda onları bulacaktı. O bir satranç oyuncusuydu. Ve de insanlar onun hep piyonları olmuştu. Kendini korumak için veziri gözden çıkaracak, atları kale hendeklerine düşürecek, filleri ok yağmuru ve barut kokuları arasında kaybedecek, kale surları dövülecek ve de sonunda ayakta kalamayıp çökecek; piyadelerinin hepsi bir bir düşmana karşı gidip fillerin, atların ayakları altında ezilip vezirler tarfından kılıçtan geçirilecek olsa da önemli olan kendisiydi ve hepsine değerdi. Ash de şuanda veziri konumundaydı. En değerlisiydi. Istediği şaha en yakın olandı. Ve de en zor gözden çıkarılacak olan. Ancak bu onu gözden çıkaramayacağı anlamına gelmezdi. Işine yaramazsa çöp gibi onu bir kenara atacaktı. Durdu. Plânı bu olabilir miydi? Büyük ihtimal buydu. Gözlerini ondan çekti. Onun sürekli gülen gözleri karışık saçlarına ve poker suratına bakarak onu çözemiyordu. Hiçbir şey belli etmiyor sadece gülüyordu. Dudaklarını kımıldattı.
-Oyalanma ye!
Ash ona döndü. Gülümseyen gözlerle bir şeyler mırıldandı.
-Güzel görünüyor ancak aç değilim.
-Lakin yemelisin.
Dedi Engelbertha çok ciddi bir sesle.
-Yemezsen boğazına hançer dayar zorla yediririm sana!
Ash gözlerini yemeğe indirdi ve yine gülerek yemeye başladı. Bir heykel gibiydi. Asla yüzünden o gülümseme silinmiyordu. Heykel gibi duruyor asla bozuntuya vermiyordu. Bunu çok asil buldu Engelbertha. Bu oyunculuğu ile de tebrik etti onu.
Aklına babasının ona söylediği sözler geldi.
-Engelbertha, gözlerinin duygularını yansıtacağını düşündüğün zaman gözlerini kaçır, oyunlara ve şakalara hatta rollere başvur. Bu insanın gözlerindeki duyguyu okumayı zorlaştırır. Beyinler ne olduğunu şaşırır. Ne düşüneceğini bilemez.
Helga uçaktan indikten sonra yağmur atmaya başlamıştı. Hafif hafif çiseliyordu. Üzerindeki hırkaya sarındı. Etrafına bakındı. Benjamin veya Penelope görünmüyordu. Ellerini ceplerine soktu. Aklına Adalwin geldikçe bir garip oluyordu. Bu evrende tanıdığı en zengin adam Adalwin'di. Öyle bir adamın ölebileceği gerçeği onu sarsmıştı. Hatta daha birkaç saat önce ona içecek götürdüğü gerçeği daha da rahatsız ediyordu. Bunun nedenini gayet iyi biliyordu. O kızlar onu kesinlikle zorlamışlardı. Öldürdüler çünkü yaptıkları yasal değildi ve korkmuşlardı. Gözlerini sımsıkı yumdu belki bir umut unuturdu. Ama hayır etkilemiyordu. Unutamıyordu. Olmuyordu. Boğazından bir hıçkırık tırmandı. Bu kadar kısa sürede ona o kadar çok alışmıştı ki. Zaten sevecen bir kızdı. Onu öyle bembeyaz ve parçalanmış görünce ne yapacağını bilememiş öylece kalmıştı.
Kız gözleri kocaman olmuş şekilde garip bir halde yerde yatan yaşlı adama bakıyordu. Kireç gibi bedeni korkunç duruyordu. Aklına onun sözleri canlandı.
-Helga, tatlım çok zamanım kalmadı. Hissediyorum, Azrail tam yanımda şuan doğru zamanı bekliyor. Ben ölünce bedenimi yak ve denize dök. Long Island. Hep orada bulunmak istedim. Küllerimi oraya dök.
Kız ağlayamyordu. Boğazı düğümlenmişti. Bir şey yapamıyordu. Ne önünde koşar adım kaçan kadınları tutabiliyor ne de bağırıp ne yaptınız ona diyebiliyordu. Sesi çıkmıyordu. Sanki karanlık onu yutmuştu. Kendi ateşinde kül olmuş ruhu dumanlara karışmıştı şuanda bir gölgeydi de dokunsa içinden geçecekti her şeyin. O kadar acizdi ki. Anca kendine gelebildiğinde koşar adım Adalwin'in çalışma odasına dalmış etrafı aramıştı. Bir yığın devir kağıdı bulunca ise donmuş kalmıştı. Benjamin'e götürmesi aklına gelince ise ayakları onu Benjamin'in yanına götürmüştü. Soğukkanlı olması lazımdı daha bir sürü kişi ölecekti. Belki Benjamin de ölecekti. Bu düşünce ile sarsıldı kız. Onun ölmesi... bunu daha fazla kaldıramazdı. Onsuz bir dünya ışıksız bir dünya gibiydi. Ruhani varlıklarla dolu bir kafes gibiydi. Boğuluyordu onu göremedikçe. Kalbi sıkışıyordu. Kalbinde kafeste duran kuş kanat çırpıyor uçmaya çabalıyordu. Uçamıyordu. Sıkışıp kalıyordu. Bu Benjamin e bakınca da oluyordu. Onunla düşünceleri arasındaki derin çukurdan aşağı bakıyordu. O kadar derin, kayalık bir yerdi ki o uçurum ve de uçamayacağı kadar uzak. Tek yaptığı ona karşı bağırmaktı. Ondan da yanıt alamıyor bu onu da da bitiriyordu. Etrafını görünmez zincirler sarıyor boynuna dolanıp boğazından aşağı kor bir acı döküyor, kör bıçaklar kalbini ve ciğerlerini kesiyordu. Genelde nefes alamıyordu. Bilekleri tutmuyor ayakta dururken zorlanıyordu. Peki ya onun asla onu sevmeyeceği ve başkasına aşık olacağı gerçeği. Buna hiç dayanamıyordu kadın. O zaman kendini o aralarındaki uçurumdan atmak isterdi. Sessizce gölgelere karışmak. Onu görmemiş olmak. O zamanlar genelde pencerenin önündeki koltuğa oturur sonsuz yıldız kümeleriyle ve takım yıldızlarıyla süslü gökkubeyi izlerdi. Sakinleşemezdi. Şimdi de onu göremeyince endişe kalbine oturmuştu. Acaba neredeydi?
Benjamin içinde yanan ateşi durdurmak için uğraşmadı. Hatta daha da haşlamak istedi. Neler olduğunu bilmiyordu. Ancak o iki kadını kendi elleri ile boğmaya yemin etmişti. Derin derin soludu. Elini cebine attı ve cebindeki fotoğrafı çıkartıp baktı. Birinin yüzü ve sacları başındaki örtüden dolayı seçilemiyordu. Diğeri ise, aman tanrım, kesinlikle bir afetti. Raphael' in Atina Okulu resmindeki Hypatia'ya benziyordu. Sarı sacları ve yumuşak yüz hatları vardı. Bir cani için fazla saf duruyordu. O kadar da bilgili gibiydi. Gözlerinde bunu görebiliyordu. Durdu. Biraz daha bakınca gözlerinde bir duyguyu daha fark etmişti. Bir azizeye benzetmişti belki onu ama bu kadının gözleri kocaman olmuş bembeyaz kesilmişti benzi. Olan şeye inanamıyor gibiydi. Elleri kalbinin üzerine gitmiş nefes almaya çalışır ve de yapmamış olmayı diler gibi bir hali vardı.
Sacları diye düşündü Benjamin. Sacları hayatında gördüğü en güzel sarı saçlardı ki o hayatında kendi de dahil bir çok sarı saç görmüştü. Yumuşak su dalgaları halinde omuzlarına dökülüyordu. Ilk kez bir kadına hayran kaldığını hissetti. Kesinlikle hayranlık uyandırıcıydi. O kadar uzak geldi ki ona. Bir asilzade. Ulaşılamaz olan kırmızı elma. Kızın her yanından adeta güç fışkırıyordu. Ne kadar korkmuş dursa da demirden bir leydi gibiydi. Sanki birazdan hepinizi ezip geçeceğim der gibi. Gözleri ne kadar korkmuş gözükse de yüzü hepinizin efendisiyim diyordu sanki. Aklına I. Elizabeth a.k.a. Elizabeth Tudor geldi. Titredi. Fotoğrafa bakmayı bırakıp cebine koydu. Etrafına bakındı. Havalimanının ortasında öylece dikiliyordu. Dışarı doğru ilerlemeye başladı. Bir süre bir şey düşünmek istemiyordu. Düşmanı olarak görmesi gereken kıza hayranlık duymuştu. Kim bilir karşısında olsa neler olacaktı. Bayılabilir miydi? Eğer fotoğraftaki kadar kudretli duruyorsa pekala kalbi bile dururdu. Yürüyüşüne odaklandı. Attığı adımları izledi bir süre. Etrafında bir uğultu vardı. Uğultudaki seslere odaklanmaya çalıştı. Birkaç kelime tanımadığı insanların konuşmalarından almaya çalıştı. Tıpkı çocukluğundaki gibi. Dışarı çıktı. Cebindeki sigarasını çıkarttı, yakıp içmeye başladı. Etrafına bakıyor ilginç bir şeyler seçmeye çalışıyordu ancak her şey çok olağandı. Ağlaşan anneler, duygularını saklamaya çalışan babalar... Umursamazca bakmaya devam etti. Yanında birisini hissetti. Yakınındaki Helga olmalıydı. Geldiğinden beri gerçekten iyi arkadaşlardı. Hatta dost. Hayatında onun gibi bir dostu hiç olmamıştı. Aslında kimsesi olmamıştı. Herkes çok yapmacıktı. Helga hariç. Onun yapmacıklığa ihtiyacı yoktu. Olduğu gibiydi ve Benjamin bu duruma kesinlikle.
Ash onu göz hapsinde tutan kıza karşı gülmek için kendini zorlamaya başlamıştı. Bunu atlatabileceğini düşünmüştü. Ayni babam gibi diye düşündü. Babası da büyük ihtimal bu büyük acıyı, tehlikeyi atlatabileceğini düşünmüştü. Iç çekmemek için kendini zorladı. Gözleri boş duvardaki çatlağa takılı kaldı. Beyni ise bozuk plak gibi yine ve yine aynı acı denizini oynatmaya başladı.
Christin güzel bir kızdı. Incecik bir bedeni vardı. Hayatında gördüğü en narin bedendi kesinlikle. O kadar narindi ki buzdan bir bebek gibiydi aynı üzerinde dans ettiği bıçaklar kadar da keskindi. Kahverengi, hiçbir dalgası olmayan hatta uçlarından dahi kivrilmayan saçlarını çoğunlukla bir topuz yapardı buzun üzerinde bıçaklarla yaptığı serenatta. Hep cıvıl civildi. Yale' de okumak istiyordu. Kesinlikle girecekti de. Orası onun için sadece bir hayal değildi. Sanki gerçeğin kendisiydi. Christin yine bir akşam üstü eve gelmiş ve odasına çıkmıştı. Kitapların arasında kaybolurken arkasından bir takırtı gelmişti. Başını o tarafa çevirmişti. O yemyeşil gözleri önünde duran 11 yaşlarındaki çocuğun üzerindeydi. Çocuk yatağına oturdu ve ona bakmaya devam etti.
-Korkuyorum.
Demişti Ash. Tek kelime. O küçük dudaklarından bu kelime dökülmüştü. Christin onun yanına oturdu ve onu kollarına aldı.
-Ne oldu?
-Babam... Bu işi başaramayacağız değil mi?
İç çekmişti Christin.
-Asla. Kurtulamayacağız da. Bu bir kitap veya dizi değil. Gerçeklik. Ölene dek bu bizim bembeyaz gömleğimizdeki kırmızı kan olacak. Bazen bazen keşke bunları görmeseydin diyorum.
Kıpırdanmıştı. Ash hala daha burnunda onun kokusunu duyuyordu. Şimdide yanında olsaydı sarıp sarmalasaydı onu.
-Yapabilirmişiz gibi... Umarım düşman edinmez. Hoş o kadar paraya herkes düşman olur.
Burnunu Christin'in o gün açık olan, çikolata kahvesi, ateş kokulu saçlarına gömmüştü.
-Bir şey olmaz değil mi?
-Bilmiyorum.
Büyük bir gürültü ile aşağıdaki kapı açılmıştı. Ölümün kendisi konuşur gibi bir ses geliyordu. Kaya gibiydi ses.
-Ah zavallı! Sen ve senin servetin benim olacak! Kendi rızan ile vermeliydin! Şimdi yaptığın şeyin sonucunu kızın ve oğlun cani ile ödeyecek! Sen ise asla benden kurtulamayacaksın. Cehennemde tekrar karşılaşacağız!
Adamın kaya gibi sesini Christin tanımıştı. Onu hızla çalışma masasının yanına getirmişti Cebinden bir bıçak çıkarmıştı. Bıçağı aldı ve masanın arkasındaki duvar boyunca olan çıkıntılarla duvar arasına sokmuştu. Açıp küçük Ash'ı oraya itmişti. Soğuk duvarların arasını tekrar hissetti Ash ve titredi. Fısıldamıştı.
- Senin daha eve gelmediğini söylerim. Saklan. Biraz ilerleyince ,sağa doğru, bir merdiven var. Oradan in. Her geldiğin kavşakta ileri sağa dönecek şekilde ilerle sonunda 1 mil ötedeki caddeye çıkacaksın. Oradan çık git ve bir daha asla gelme.
-Abla.
Diyebilmişti sadece Ash. Abla yapma gel diyemeden o ince duvarı Christin kapamaya başlamıştı.
Ash' in akli onu şaşırttı. Buradan sonrası bulanık bir su gibi olurdu. Ancak bu sefer olabildiğine berraktı.
Ablası duvarı örtmüş ve sandalyeyi geri çekmişti. Masasının yanına duvara yaşlanmış konuşmuştu. Sesi artık eskisi gibi değildi. Pişmanlıklar pınarıydı.
-Christian. Dediğimi yap. Seni hep çok sevdim. Keşke seninle biraz daha zaman geçirebilseydim. Özür dilerim. Seni üzdüğüm her ana. Her şey için. Lütfen affet beni.
Odaya giren ayak seslerini duyusunu hatırladı Ash. Beyninin duvarları boyunca yankılandı o sesler. Ve sonraki konuşma da. Mağaraya bağırılan bir günah gibi.
-Christin. Kardeşin Christian nerde? Onu bulamadık.
-Yok, gelmedi daha.
Sesi kuruydu. Bir ah çekti adam.
-Yazık bu partiyi kaçırdığına üzüldüm.
Iki el silah sesi ve ablasının sonsuza kadar sessizliğe gömüslüsü...
Ash gözlerini kırpıştırdı. Bir anda anıların soğuk mahzeninden çıktı. Christian. Bunca senedir unuttuğu adı olabilir miydi? Christian... Bu ismi tekrarladı.
Alışmaya çalıştı. Ancak yapamadı. Yüzü allak bullak olmuş olmalıydı ki Engelbertha yanına geldi.
-Ne oldu?
-Ailem...
Yanına oturdu kız. Derin bir nefes aldı.
-Rahatlayacaksan eğer ben babamı neredeyse hiç görmedim. Hep sarayda olurdu. Belki de bu yüzden onlara bu kadar kızgınım. Hoş onlar olmasaydı da babam saraydan çıkmazdı. Ancak yapabileceğim bir şey yok sanırım. Babam kurallara bağlı bir adam. Buraya gelmemizin nedeni de bu. Onlar kuralları çiğnedi. Ve bunun bir cezası olmalı, prenses olsalar bile. Yoksa krallığın başına bir bela gelebilir. Neyse, ben birisini bilerek veya isteyerek asla öldürmem. Buna diğerleri de dahil. Insanlık içgüdüsü bir şeyler fısıldıyor ama biz tutabiliyoruz. Yanı sanırım. Ve ne konuşuyorduk biz?
Ash ona baktı. Gerçekten de dinliyordu.
-Baban...
İç çekti Engelbertha.
-Evet evet. DEHB bazen bu duruma sokuyor beni. Babamı neredeyse hiç görmedim. Annem ben küçücükken ölmüş. Kardeşim veya başkası da yok. Hayatım boyunca dadı da istemedim. Öyle boş duvarlarla geçti hayatım. Boş yataklar, boş duvarlar, boş masallar... Sonra onu gördüm. Kızların ağabeyini... Conner Jackson Nooren... Gelecek tahtın varisi. Ve aşık oldum.
Ellerine baktı. Umutsuzlukla.
-Beni gördü mü dersin?
-Hayır. Seni görmedi. Istemedi. Bakmadı. Sadece sen içinde yaşadın o aşkı değil mi?
-Aynen öyle! Oysa ben onu sadece tahtı için sevmemiştim. Sen nereden bildin?
-Farklı şeyler yaşamadım.
Omuz silikti Ash. Engelbertha ayağa kalktı.
-Bu kadar gevezelik yeter. Senin üzgün olmanı istemiyorum. Ne kadar hala esir konumunda olsan da. Ölmemen lazım adamım.
Biraz ötedeki koltuğa uzandı ve çatlaklarla kaplı tavanı izlemeye başladı.
*18 Kasım 2020*
Yorumlar
Yorum Gönder