Ana içeriğe atla

Şah Mat

 Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Karanlık odada sarı saçlarını özenle at kuyruğu yapmış olan kız önündeki kağıt yığınını incelerken konuştu:


-Engelbertha'yı hâlâ daha bulamadık. 


Karşısındaki kızıl saçlı kız başını sağladı:


-Evet ve Penelope'yi de. Onlar çok büyük sorun teşkil ediyorlar. Tam bir buçuk yıl oldu  sesleri solukları çıkmıyor. Bu kadar zaman boyunca ne yapıyor olabilirler? 


Siyah saçlarını kalın iplerle örmüş kız öne atıldı:


- İçimize ajan soktularsa?!


Ötekisi başını salladı:


-Hayır, bunu yapamazlar. Yapsalar da fark ederdik.


Sophia cık cıkladı. Ok atmaya hazır bir yay gibi gerilmişti. 


- Asla fark edemezdik. Bunu biliyorsun. 


Daniela bu kurşun havayı dağıtmak için güldü. 


- Sen de kimseye güvenmiyorsun diye çıkıştı. Ama ortam pek hafiflemedi, dağılmadı. 


Dört kardeş üç seneden beri buradaydı ve belli bir düzen kurmuşlardı. Elektron taşı parçalandıktan sonra etrafa öyle bir güç yayılmıştı ki birkaç ay sonra herkes çoktan ayrışmıştı bile. İyiler ve kötüler olarak. İnsanlar bunun üzerine bir de dört farklı krallığa ayrılmıştı. Kuzey, Güney, Doğu ve Batı... Kuzey Krallığı Patricia'ya verilmişti. Patricia bir yerde her var olanın  temeli gibiydi. Soğuktu ve asla onun o sert kabuğunu kıramazdınız. Kuzey toprakları gibi bir kraliçeydi o. Acımasız bir soğuk. Kurak bir toprak. Zeki bir yağmacı. 


Sophia, Patricia aksine sakindi. Ancak yaklaştığı zaman yakardı. Güneş'in ta kendisiydi. Yaklaşınca İkarus'u düşüren ışık küresiydi o. Başka bir söylence o ki bir gün Helios'un oğlu Güneş arabasını alıp sürmeye başlamış. Babası netmiş. "Çok hız yapma." O kadar fazla hızlanmış ki yani o kadar fazla Güneş'e yaklaşmış, Güneş'e dokunacakmış ki araba birden alev almış. Helios'un oğlu yanarak ölmüş.


Sophia buydu. O Güneş arabasıydı. Eğer onu fazla zorlarsanız bir anda yanıverirdi. Güneş gibi bilgelik yayardı etrafa. Işırdı. Bu nedenle kendi kararlarından başka hiçbir şey görmezdi. Kendi fikirlerinden başka, sağduyusundan başka, içgüdüsünden başka... Kendinden olmayan her şeye karşı bir umursamazlığı vardı. 


Bundan üç buçuk yıl önce bir sokakta aslında hayatının sadece tahttan ve taçtan ibaret olmadığını anlamıştı. Bu Sophia için o kadar yapıcıydı ki... Büyük bir darbeydi; kimsenin vuramayacağı bir balyoz, bir gürzdü. Sophia'yı paramparça etmesi gerekirdi. Ancak Sophia paramparça olmadı ,dimdik ayakta kalmaya devam etti. 


En fazla korkulandı diye geçti Kinsey her yerde ama asla olmadı. Onu tahmin edebilmeleri ondan korkmalarını engelliyordu dimdik duruşuna karşın. Kinsey siyah uzun saçlarını yün iplerle, mavi boncuklarla örerdi. Diğer evrende belinde kılıcını hiç ayırmazdı. Kurtlarla Kanlı Koru'da at binerdi. Prensesliği korunun hemen yanındaydı. Gotik mimari ile değil, doğu esintileri ile süslü bir Barok mimarisinden büyük bir kalede kalırdı. Tacından vazgeçmiş prenses derlerdi onun için. Düşmüş prenses. Bazıları Amazonlar Prensesi diye anardı onu. Sessiz gelendi. Amansız avcıydı. Bu lakaplar dahi korkulmasına yeterdi. 


Aslında en korkulanları Sophia veya Daniela idiydi. İkisini de herkes biliyor, Daniela'yı herkes tanıyor, orada kim diye kimse merak etmiyordu. İkisini asla bir olayda en önde göremezdiniz. Bu da onu batıya mecbur kılmıştı Ipetus gibi. Gümüşün soğukluğunun titanı, titan Atlas'ın babasıydı. Batıya hükmederdi ancak kaç tane yerdedir hakkında yazı bulabilirsiniz ki? Hyperion ondan daha fazla sevilirdi ve son kardeş Daniela sahipti ,iki farklı gözü, biri kobalt, biri platin mavi gözlü; camdan yapılmış bir bebek gibi bedene ve zihni ve de duygulara. Ama her zaman aslında biraz daha merak uyandırıcı olmuştu. Dikkat çekici, konuşulası ve de aşağılamaya müsait. Çünkü aristokratlar böyledir işte; onlar kendilerinden daha üst olan ulaşamadıkları, hakkında bir şey öğrenemedikleri kişiler hakkında öyle şeylerler söylerler ki o kişi insanın içine çıkamayacak olana kadar bu illet devam eder. Bir defa dokunduğunuz zaman size içine çeken bir bataklık gibidir. Sizi boğar, siz oradan asla kurtulamazsınız ,yapışıp kalırsınız. Ölümü beklersiniz. Daniela da işte böyleydi. Zavallı kızcağızın yaşadıkları güzel şeyler asla olmamıştı. Sevdiği adamdan sırf cemiyetten dolayı ayrılmış, kopmuştu. İnsanların gözlerindeki nefretten dolayı kendi benliğinden dahi oluyordu. Kendi gücünü kullanmaktan sakınırdı. 


Bu yüzden denize ve suya hükmedemezsiniz.Deniz ve su hükmedilmeyi sevmezler. Onlara ait olan kişiler her zaman için dışlanmaya mahkum. Görünmez kişilerdir. Acı çekmeye de... Yok edilmek istenendir su. Çünkü delirince taşar, onu tutamazsınız. Öyle bir güçte her şeyi yakıp yakabilir. Sizi yutabilir, sizi boğabilir, kendi kanınızın içinde nefes almaya zorlayabilir. Su budur. Delirtir. Suya mensup olanlar her zaman için bir bölünme yaşarlar. 


Tıpkı Poseidon gibi. Denizlerin lacivert saçlı lordu kişilik bölünmesinden mi o kadar gariptir? Bir gün Akdeniz'in sakin suları gibi iken, çarşaf gibi hiç dalgasız ve de mutlu, bir diğer gün Karadeniz'in azgın sularına döner. Öyle köpürür öyle köpürür ki kimse tutamaz gücü. O kadar fazladır ki Truva'nın yıkılmayan surlarına inşa etmiştir. Truva'nın düşürülmesinin sağlayan şey bir tahta atıdır, dövenler değil. Poseidon'un çocukları da ondan farklı değildir aslında. Denizlere hükmeden her bir kaptan, her bir kişi bir Poseidon oğludur. Depremleri yaratanlar da öyle. Depremleri yaratma gücü Poseidon'a verilmiştir çünkü su o kadar güçlüdür ki toprağı da sarsabilir. Poseidon aynı zamanda fırtınalar getirendir çünkü su o kadar güçlüdür ki gökteki yağmuru yağdırabilir. Seller bastırabilir. Su bir tek ateşe karışamaz ancak ateş suyu asla harlayamaz. Su geldiği yerde ateş var etmez. Eğer bir Rejuva değilse. Bir Rum Ateşi... Yunanlılar Poseidon'dan o kadar fazla korkmuşlardır ki Poseidon'un kendisine ait bir efsanesi dahi yoktur. En fazla bilinen mitolojik motif Poseidon'dan başkası da değildir.


Denizlerin lacivert saçlı lordu... Daniela tam olaraktan buydu. Herkesin yok etmek istediği ,kimsenin barınmasını istemediği ve onu yok saydıkları ,ona ait bir varlık tahammül edemedikleri kişiydi. Ancak her zaman için burunlarında bitecek olan da kişi. Aslında Daniela denizdi. Deli parlayan mavi gözleri oradan gelir. Güçlerinin benzeri görülmemiş sulardan.İsterse adaları batırabilecek olan güçlü kişi. İsterse bütün dünyayı diz çöktürebilecek olan güçlü kişidir ancak su asla bir taht istemez. Su asla bir güç istemez. Su toprak değildir. Çünkü su hava değildir. Çünkü su ateş değildir. Çünkü sus güven ister. Güven başka bir şey değil. 


Kızlar konuşmaya devam ettiler. Aralarındaki hararetli tartışma odayı öyle ısıtmış öyle ısıtmıştı ki nefes alınamıyordu. Her birinin tepesinden sanki dumanlar tütüyordu. Şöminenin ateşiyle ortam daha da kızışmıştı. Patricia hızla ayağa kalktı. 


-Kim o zaman içimizdeki köstebek ve iğrenç bir şeyi yapabilir? 


Grace karşısındaki güzel kadına baktı. Kadın o kadar güzeldi ki bir Yunan heykelini andırıyordu. Bir Rönesans heykeli. Ah veya Barok. Lorenzo Bernini'nin heykellerinden birisi... Karşısındaki kadın aslında hiç şekli olmayan birisiydi. Bir şekille doğmamış kimseydi. Asla var olamazdı. O yılandı. Kırılgan gerçekliktir bir engerektir.Engelbertha Atkins, Atkins şeytan soyundan son halkaydı.


Karşısındaki kıza şöyle bir baktı. Gümüş gözleri öfkeyle parlıyordu. Bir intikam hırsı bütün bedenini yakıp kavuruyordu. Yorgun olduğu göz altlarının mosmor olmasından belliydi. Yavaş adımlarla Grace'in karşısına ilerledi. Her attığı adım Grace için bir tanrının attığı adımdı. Athena'nın attığı adımlar... Ağır ve korkutucu. Asla ne yapacağını tahmin edemediğiniz bir kişinin üzerine yürümesinden daha da korkutucuydu bu çünkü tamamıyla belirsizlikti. Tamamıyla zekaydı, saf zekaydı. Karşısındaki kadından buram buram kudret akarken Grace aciz bir şekilde orada duruyordu evinin hemen önünde.


Engelbertha kısa olmasına rağmen onu hemen önünde durdu. Burun burunalardı. Kapının da arkasına baktı. Kapı biraz aralık kalmıştı.


-Duyduğuma göre iki kardeşini birden İyiler Kampı'na göndermişsin.


Grace burnundan soludu. Kardeşleri ona emanetti. Beş tane kardeşi birden. Ailesi bir çıkan yangında ölmüştü. Onlara bakan kişi Grace'ten başkası da değildi. Şimdi iki kardeşine daha güvenli olduklarını iddia ettikleri bir yere, İyiler Kampı'na götürmüşlerdi. Daha iyi olduklarını söylüyorlardı. Belki gerçekten daha iyilerdi.


Anlatılanlara göre İyiler Kampı'nda mermerden, sırçadan evler vardı. Çok güzel teraslı bağlarda üzümler yetişirdi. Hatta bir duyduğuna göre nurdan nehirleri bile vardı. Musluklardan balakardı. Oysa burada Kötüler Kampı'nda böyle bir şey yoktu. Etrafı çitle çevrili,izbe ve de gizli evlerin olduğu bir yerde kötüler kalırdı. İnsanın neye göre iyi neye göre kötü olduğu belli olmazdı diye düşünürdü her zaman için. Belli oluyormuş demek ki. Sadece çalardı. Bazenleri. Ama bir katille aynı yerde yaşamayı hak etmiyordu veya bir dolandırıcıyla veya bir tecavüzcüyle. Hepsini aynı yere tıkmışlardı. Başlarına da birisini getirmişlerdi. Onları güya sözde eğitiyorlardı. Ellerine silah verip bir şeyden koruduklarını söylüyorlardı. Ama neden kuruduklarını kimse bilmiyordu. Daha çitin arkasını gören dahi yoktu. Diğer tarafına geçmek yasaktı. İyiler Kampı'nı görmek, oraya gitmek ölümden başka bir şey değildi. Bu durum onu yıkıyordu. Sessizdi buna rağmen. Çok acıyı omuzlarına yükleyenler sessizdir. Çığlık atamaz, konuşamazlar. Acılarını yaşayamazlar. İçlerinde yaşarlar, ağlayamaz insanlar ve Grace ağlayamıyordu. Engelbertha'ya bakıp başını salladı.


- Evet İyiler Kampı'ndalar. 


Engelbertha gülümsedi. 


- Sana yardım edebilirim. Eğer bana yardım edersen.


Aslında kötüler kampının karşı eğittiği kişi tam karşısında duruyordu. Grace onu çekip vursa çok iyi yerlere gelebilirdi. Herkes tarafından sevilen bir kahraman olabilirdi. 

Ancak nereden bilecekti ki Engelbertha engereğin ta kendisi olduğunu? 


Engelbertha ile bir anlaşma yaptı. Onu istediği her şeyi söyleyecekti. Her bilgiyi ve bunun üzerine çalışmaya başladı. Bir yılan gibi her yere sokuldu. Tıpkı Engelbertha'nın istediği gibi kendisine yol arayan bir akarsu gibi aktı. En küçük bir çatlaktan sızdı ve orada büyük bir kanyonu elde etti. Bir göl oluşturdu ve denize aktı tekrardan. Böylece bir buçuk sene önce Engelbertha Kötüler Kampı'nın göbeğine bir köstebek yerleştirmiş oldu. 


Aslında Grace'i seçmesinin bir nedeni vardı. Grace Kötüler Kampı'ndaki kızlara yakın tek kişiydi. Bunun nedeni ise İyiler Kampı'nda çok sevdikleri bir dostlarının olmasıydı. Valentina... İki kişi nasıl olduğu bilinmez çok yakın arkadaşlardı ve bu sayede Grace kızlar en yakın kişiydi fark etmese dahi. Aslında Kampta gerçekten saygı duyulan kişiydi fark etmese de ki çünkü bunları fark edemeyecek kadar kördü. 


Engelbertha'nın bu çok işine yaramıştı. Bir buçuk senedir ilmek ilmek işlediği planı yeni üretilmiş bir makine gibi çalışmaya başlamak üzereyd. Başlıyordu. Oyun gerçekten başlıyordu. Şah ve mat yapacaktı. Bu satrancı o kazanacktı. O şahı alana kadar asla durmayacaktı ve o şah Engelbertha için bir yaşama nedeniydi. Hayata tutunma nedeni Patricia'nın cansız bedeniydi. Bunların hepsine çok sevinirdi, orada belki gerçekten bir kraliçe olurum derdi önceden olsaydı. Ama hayır bu sefer bunu düşünmüyordu. Bu sefer gerçekten bunu düşünmüyordu. Artık ne babasını ne de başkasını önemsiyordu. Sadece güç istiyordu. Tıpkı zamanında babasının da yaptığı gibi. 


Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu soğuk izbe depoda Kırmızı Atkılı Jones'un silüeti korku saçıyor, adeta. Adam zaten korkunun ta kendisi.


Tek fark edilen ve seçilen şey kurbanlarını kanlarıyla boyanmış alacalı beleceli olan kırmızı atkısıydı. Kandan bir nehri andırıyordu. Karşısında duran Rus delikanlıya bir göz gezdirdi. Victor Smirnov. Her sevdiğinin ölümünü gören delikanlı. Üç sene önce çok sevdiği Kenneth'ının öldüğünü görmüştü. Üç senedir içinden oluk oluk kanlar aka aka susuyordu. Dile kolay üç senedir susuyordu. Ash'e ve diğerlerine zarar gelsin istemiyordu. Ancak artık daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı. Kızlara yardım edebildiği kadar yardım etmişti. Bundan sonra daha fazlasını yapamazdı. Artık yaptığı ihanetin bedelini ödeme vakti gelmişti. Onları elindeki bütün bilgilerle birlikte Europe ve Jason'a emanet etti o öğleden sonra ve şimdi Azrail'in tam karşısında duruyordu. Kara kanatlı ölüm meleğinin. Aslında kara kanatları yoktu bu Azrail'in kırmızı bir atkısı vardı. Sadece yanlarından akan buram buram ölümü ve ölüm kokusunu fark edebiliyordu Victor. Her zaman için alıştığı şeyi ve artık sevgilisine kavuşma vaktiydi, Christin'ine. 


Kırmızı Atkılı Jones ona doğru yaklaştı. Kehribar gözleri parıl parıl parlıyordu. Şimdi artık bir şey daha seçilir olmuştu. Kenneth'ınkilere benzeyen kehribar gözleri. 


-Söyle bakalım Victor, neden geldin buraya? 


Victor omuzlarını silkti. Silahını boşaltıp yere attı ve ona doğru itti. 


-Üç sene önce oğlun öldü Jones. 


Kırmızı Atkılı Jones üç senedir oğlunu her yerde arıyor ancak bulamıyordu. Artık ümidini kesmek üzereyken bu aldığı bilgi ile mafya babası yıkıldı. Ondan asla nefret etmemişti ama oğlu onu bir defa bile sevdiğini söyleyemeden ölüp gitmişti karısı gibi. 


-O nerede, diye sordu.


- İngiltere'de, bir İğdenin altında.


- Onu oradan çıkartmalıyız. 


Victor bunun üzerine gerildi. 


-O oraya gömülmeyi istedi, ded, O orada mutlu. Senin gömülmesini istediğin yere gömülmek isteseydi zaten yanında ölürdü. Kaldı ki söylemiş olayım o iğdeyi çok severdi. Belki oğlunun neyi sevip neyi sevmediğini bilmiyorsundur. 


Victor burada çok yanılıyordu. Jones oğlunun neyi sevip neyi sevmediğini herkesten hatta Kenneth'dan daha iyi biliyordu. Onun babasıydı, karısından sonra geriye kalan tek gerçekliği ve varlığıydı. Ona zarar gelmesini zaten hiç istemezdi ancak buna rağmen zarar getiren o olduğunu öğrenince birazcık yıkılmıştı. Buna çok uzun zamandır tahmin ediyordu, onu sadece korumak istemiştim. Bu suç olamazdı değil mi? Kendi teknikleriyle korumak istemesi yani... Öfkeyle soludu burnundan Kırmızı Atkılı Jones.


-Ve bunu benden üç yıl boyunca sakladın öyle mi? Victor başını salladı.


-Evet üç yıl boyunca sakladım senden. Nasıl söylemem gerektiğini bilemedim. 


-Peki dedi kim yaptı? 


Patricia ve kardeşleri yani kardeşleri yaptı. Aslında kardeşleri değiller. Düşmanıydı kardeşi Kenneth ile kaçarken kız onları buldu ve oğlunla dövüşmeye başladı. Silah aralarına girdi, patladı. Yetişemedim. Çok uzaktaydım. Silahımda yanımda değildi. Aslında ölmemesi gerekirdi. Nasıl öldü bilmiyorum. Kurşun sadece göğsüne saplanmıştı. Boşluğuna. Aslında o kadar derine de gitmemişti. Sadece bilmiyorum birisinin gelip alacağını söylüyordu ve onu gömdüler. Ben sana söyleyemedim. Nasıl söylenir bilemedim. 


-Sen de bekledin mi ,dedi, lanet olasıca üç sene bekledin mi? 


Bir kez daha ağzını açtırmadı. Victor gibi asla beklemedi. Bu sözleri üzerine silahını çekti, Victor yıllar sonra sevdiği kadının yanına gitti. Christin ölürken güzel veda edemediği kadının; kurtaramadığı, bu illetten çekip alamadığı, bu çukurdan çıkış yolu bulamadıkları, karanlıklarında kayboldukları, öldükleri kadının yanına gitti. Victor ilk defa mutluydu. İlk defa gerçekten gülüyordu. Ölü bedeni gülümseyerek yere yığıldı ve asla yüzü düşmedi. Ölüler ölürken ağlarlarmış, gözlerinden yaş akarmış. Victor ağlamadı. Gözünden yaş akmadı. Çünkü çok mutluydu. Ölüler yüzlerini asarlarmış. Fransız bir kadın kendi ölümünü yazdıktan sonra ne kadar mutlu öldüğünü göstermek isterken dahi acı dolu bir ızdırap varmış dudaklarında. Stefan Zweig yazmış en azından kitabında. 


Victor mutluydu gerçekten mutluydu. Onu beyaz kanatlı meleği karşıladı. Her gece ziyaretine gelen delirdiğine inandığım meleği... Güzel kahverengi saçlı meleği ona sarıldı. Gerçekten de cennetteydi. Artık kara kanatlar vardı, belki lanetli bir melek olmuştu artık ama cennetteydi yanındaydı ve bundan daha büyük bir ödül onun için düşünülemezdi. 


Ash karşısında onu bildiklerini anlatan Europe'yi dinliyordum. Europe ona Kenneth'ın gerçekte kim olduğunu söylüyordu. Ash şaşırmıştı Kenneth'ın Jones'un oğlu olan Kenneth olduğuna. Küçükken tanıdığı, birbirlerini sevmeyen... Hoş tekrar karşılaştıklarına da sevmemişlerdi. Aralarındaki o birbirlerine iten gücü asla anlatamıyordu Ash. Durmadan birbirlerine itiyorlardı, manyetik bir alan gibiydi. Aynı kutuplarda sanki birbirlerine itiyorlardı. Öyle bir güçle ,büyük bir güçle ,ne kadar yaklaşmak isteseler o kadar büyük bir ritimle karşılaşıyorlardı. Ancak Ash onun adına yine de üzüldü. Kenneth onurlu bir adamdı. Şerefli bir adamdı. Namusluydu ve bir kahramandı. Ash kahramanların sevilmesi gerektiğini düşünürdü. Yanlarında olunması gerektiğini... Gülümsedi.


-Onu anacağız Europe ,dedi, onu anacağız. 


İçeri Valentine girdi. Kıvırcık saçlara önceden cansızdı. Geceleri ağlayaraktan morarttığı gözleri artık daha iyiydi. Kıvırvık saçları parıl parıl parlıyor. Orada kıvırcıkları gözlerinin altı mor değil, gözlerinde bir ışık vardı. Burada gerçekten mutluydu. Ona çok iyi gelmişti burası. Beyaz mermerler içinde yaşamak gerçekten ona iyi gelmişti. Yönelimi yüzünden dışlanmamak, yönelimi yüzünden tepki görmemek rahatlatmıştı. Gerçekten burada mutluydu ve bunun için Sofya ile tanıştığı o geceye minnettardı. 


Yavaşça oturdu. 


-İçimiz de bir köstebek varmış. Kızlar araştırmamızı istiyorlar. Bir köstebek kim olabilir ki bunun için bize yakın birisi olması lazım. 


Ash ellerin havaya kaldırdı. 


-Ben asla değilim! 


- Senin zaten söyleyen olmadı Ash. Hayatımda gördüğüm en saf kişisin.


- Ama Ne yani şimdi ben plan yapamaz mıyım? 


- Hayır yapamazsın. Böyle bir yeteneğe sahip değilsin. 


-Jason kötüler kampında değil miydi? 


Diye tepki gösterdi Ash. Aslında o da Jason olduğuna inanmıyordu. 


-Jason kötüler kampının başı. Ancak böyle bir şeye karışmaz. Çünkü o Kırmızı Atkılı Jones'tan kurtulmak istiyor ve burada olduğum müddetçe Kırmızı Atkılı Jones'tan kurtulacaktı. Onun üzerinde yer alıyor, gerçek adını kullanmıyor. Siz de gerçek adını diyip durmayın.


- Çok mantıklı, dedi Ash. 


-Kim bilmiyorum, dedi Valentine, ama bunu bulmamız lazım. Çünkü Engelbertha zarları atmaya başlamış. Daha doğrusu hamleleri yapmaya başlamışlar. Beyaz taş onlarda. Biz siyah taşız ve bizim şahımızı devirmeden asla durmayacaklar. 


Yürürken yanar şömineye baktı. 


-O zaman biz şah mat ederiz. Siyahlar kazanacak, siyah taşlar. 






*6 Temmuz 2022*


sonraki bölüm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba oklar...

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dresse...

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness