Ana içeriğe atla

Tanrı Kralı Korusun

 

Jackson şaşırmıştı. Oturduğu tahtından kalktı. Gözleri önünde sarı lekeler uçuşuyordu. Bir süre duyduklarını ve var olan gerçekliği sorguladı. Bu kötü bir kabus olmalıydı. Ancak Cheryl dükü hiç de bir kabus gibi durmuyordu. Daha çok kanlı canlı acı bir gerçekti.

Bir sonraki aşamada Jackson köpürdü. Yerinde dönmeye ve lanetler etmeye başladı. Sonra birden duruldu. Bu işin hala daha alec'in başının altından çıktığına inanmayacak kadar kör kütük ona güveniyordu. Nefreti kız kardeşlerini buldu. Ellerini yumruk yaptı. Bir tanesini hınçla açıp tahtının yanında duran asayı kaptı. Bağırışı bazı tarafları mor perdelerle kaplı taş duvarlarda sekti.

-Çabuk orduyu hazırlayın. Artık onları kazımanın vakti geldi. Taş üstünde taş, kardeşlerim de sağ kalmayacak!

Engelbertha adamları toparladı. İyileştirmelerinin yapılması için bekledi gerekli malzemeleri tedarik etti. Uzun bir yol tepmişti. askerleri olmadan geri dönmeye niyeti olmadığı gibi orduyu da burada tutmakta fayda vardı. Çadırına çekilip Helga'ya, Alec'e ve Patricia'ya mektuplar yazmaya başladı. Hepsinde aynı soğuk satırlar vardı. Aynı umut dolu sözler ve vaatler... Kral Yapan lakabı yüzünden süslü bir k harfinin yer aldığı gelincik mührünü bastı. Bu mührü ilk defa kullanıyordu. İlk defa Kral Yapan Atkins soyunun yaptığı gibi kral yapılmasına müsade edip bu gücünü kullanıyordu. Engelbertha'nın dudakları Patricia'ya gidecek olan mektubu mühürlerken alayla kıvrıldı. Bu işten elinde güçle ayrılmayacak tek kişi Kraliçe Patricia olabilirdi. Alec tahta geçince kardeşlerin hepsinin kökünü kazıyacaktı. Ancak kardeşler birbirine düşman olduğu için asıl düşmanı yani Alec'i görmüyorlardı. İçinden Nana denen kadına teşekkür etti. Onun hamleleri sayesinde kardeşler birbirinden nefret eder olmuştu. Engelbertha elbette Alec'in yanında yer alacaktı. Sonuçta ondan diğer herkesten alacağından fazlasını alabilirdi. Mührü kenara bıraktı. Etrafını saran çadırı, yerlerdeki kilimleri ve yatağı inceledi. Tam mum alevine odaklanıp hamlelerini gözden geçirmeye başladığı esnada çadırın kapısı açıldı ve içeri Alex girdi.

-Seymor! Seni buraya getiren ne?

-Durumunu merak ettim. Cinayetler seni etkilemiyor mu?

-Ben zaten bir katilim Alex. Ayrıca bu bir savaş. Bir taht savaşı. Kan dökülmeden taht seni kabul etmez. Er ya da geç indirilirsin.

-Kinsey'in dediğine göre babası kanlı bir kralmış ve halası korkulan bir kraliçe. Neden indirildi öyleyse onlar?

Engelbertha güldü. Ayaklandı, çitanın adımları kadar narin ve hızlı hareket edip gümüş kadehlerin ikisine şarap koydu.

-Demek ki yeterince kan dökmemişler. Şarap?

Alex başını hayır anlamında salladı.

-Bu saçma, kan kandır.

-Orayı anlayamazsın. Buraya tamir etmek, düzeni sağlamak için geldiler. Ancak asıl düzen orada sağlanmalıydı. Kendi dışlanmışlıklarına sadece kılıf buldular. Neymiş, bu evren etki ediyormuş. Eğer öyle olsaydı Kraliçe Helen bu kadar uğraşla en iyi kraliçe olmazdı.

               Jackson idamları öne aldı. Oraya gitmeden kendi gözleri ile idamları görmeliydi. Mahzende duran halasına alayla yaklaştı. Üzerinde mavi bir cübbe vardı, saçlarının üzerinde ise her zamanki gibi ona büyük gelen tacı. Demirlere dayandı.

-Kraliçe Katerina. Sana güzel haberlerim var. Kardeşin Louis boğularak ölmüş. Eh, artık senin yaşayıp acı çekmen için neden kalmadı. İki gün sonra şafakta idamın için cellatlar gelecek ve halkın önünde kendi oğulların ve kocanla idam edileceksin. Kafan kesilerek. Bana ihanetten. Yegâne kralına ihanetten.

Katerine durakladı. Bedenini buz gibi soğuk sardı. Gözleri en soğuk maviye döndü. Sesi çatladı. Gözpınarlarındaki inciler kar oldu. Üzerindeki yıpranmış ve yer yer yırtılmış elbiseyi toparlayıp fırladı. Parmaklıklara yapıştı. Parmaklıklar buz kesti. Buz yayıldı parmaklıklar boyunca ancak duvarların bir kısmını kaplayabildi. Jackson geriye adımlayıp güldü:

-Buzdan kraliçe artık beni korkutamazsın.

-Canın cehenneme!

-Orada beni bulun kraliçem. Zira aynı yerde yanacağız.

Kadını orada bıraktı. İki gün Jackson için çok zorlu geçti. Bütün askerleri toparlayıp teftiş etti. Bütün derebeylerini savaş için ikna etti. Alec ile savaş için planlar hazırladı ve akşamları doğru düzgün uyuyamadı. İki gün sonraki şafak vakti yanına Küçük Patrick'i de aldı ve atına atladı. Kraliçe Virginia hamile olmasından dolayı arkadan bir araba ile onları izliyordu. Altın sırmalı ve yakut kapı tokmaklı kraliyet arabası ile. Jackson oğlu olarak gördüğü ve kabul ettiği Patrick'e onun yapması gerekenleri anlattı.

- Bu gördüğün topraklar senin. Sen bir prenssin. Ancak veliaht değilsin bunu unutma. Eğer annen bir kız evlat doğurmaz ve kardeşin erkek olursa batının kralı olacaksın. Ancak eğer ki kız evlat doğurur ve erkek kardeşin olursa onurlu bir şövalye olacaksın. Şahsen ben şövalye olmayı tercih ederim. Daha geniş, rahat bir hayat. İstediğin her şey ayakların altında. Dük Westerburg mesela benden daha fazla hükme sahip halk arasında. Bugünlerde şövalyelik ünvanı daha revaşta.

Dar ağacının kurulduğu Catnirip meydanına geldiler. Catnirip meydanı başkentin en geniş meydanıydı. Çoğu kişi asıl başkenti bu meydanın adı nedeni ile Catnirip diye de biliyordu. Etraflarında pazar kurulmuştu. Halk gayet mutluydu. İlk kural: Eğer birisini idam edeceksen insanların mutlu olup pazar kurulduğu bir günü seç. Patrick başını babasına kaldırdı:

-Catnirip kim?

-Çok güçlü bir Ajda denizcisiydi. Ajda İmparatorluğu o dönemin yani 16. Patrick döneminin en güçlü askerlerini eğiten devletti. Aslına bakarsan hâlâ daha öyle. Ajda İmparatoru amiralleri Catnirip'i 16. Patrick'e yardım amaçlı Kinsey Denizi'ne gönderdi ve Catnirip ile bir avuç leventi büyük bir başarıya imza attılar. Başkente ilk ulaşan Catnirip'di. Bunun şerefine Patrick buraya onun adını verdi.

-Catnirip...

Çocuk kaşlarını çatmıştı bir şey yabancı gibiydi.

-Catnirip Ajdalara ait bir isim değili. Ajda ırkı da bizim gibi sert sesler kullansalar da değil. Catnirip antik lehçemizde dalgakıran demek ki Ajda İmparatorluğu'ndaki lakabı da buydu amiralin.

Atını durdurup indi. Patrick'i de kucağına aldı. Parmaklıklı arabalarla gelen kraliçe ve ailesine halk dikkat etmedi. Katrina'nın kalan birkaç gurur kırıntısı da böylece yok oldu. Başını parmaklıklara dayayıp halkına baktı. Bir zamanlar korku saçan, herkesin önünde yerlere kapaklandığı, bir defa suratına duymak için tanrıya dua ettiği kraliçeydi Katerina. Artık bunların sonu gelmişti. Her şey bir gün son bulmak için başlar. Katerina kaybolan gurur kırıntılarına güvenerek ağlamaya başladı. Dimdik durmanın kime faydası vardı. Kaldı ki bir yıkıntı ne kadar dik durabilirdi?

Kraliçe ailesi ile arabadan sürüklendi. Herbiri dizildi. Önce çocukların başları bir bir gövdelerinden ayrıldı. Ardından kocası getirildi. Kafası vuruldu. Katerina her inen balta ile daha çok feryat eder oldu. Etinden et, canından can koptu. Tacına lanet etti. Krallığına lanet etti. Bir anne gözyaşları içinde lanet ederse aradan bin asır da geçse o lanet tutar. Gözyaşları zehir olup toprağı kavurur. Toprak yeşermez. Kadınlar doğurmaz. Hatta yağmur yağıp kuşlar uçmaz. Bin sene dahi sürse o yüksek surlar düşer. Bin yüzyıl da sürse o gökkubbe yer kubbeye çöker. Cennet üzerlerine düşer, cehennem onları kabul etmez, araf dahi ıstırap doludur. Anaların birkaç kelamına bakar her şey.

En son kraliçe Katerina sürüklendi. Kandan kızıla boyanmış, kendi kocasının ve dahi oğullarının kanının yer yer yapışkanlaşıp kurumaya başladığı ancak hâlâ daha kanla sırsıklam ıslak olan kütüğe doğru itildi kraliçe. Bir kraliçeye göre değildi idamı. Bir haine göreydi. Üzerinde güzel ipek bir elbise yoktu. Nedimesine verebileceği takıları da. Saçları yeni yıkanığp güzelce topuz yapılmamıştı. Kahverengi saçları keçeleşmişti. Hatta öyle ki yarım yamalak dağınık topuzu bozulup tekrar yapılamıyordu bile. Kıyafetinde yırtıklar vardı. Hatta gerdanı ayıplanacak kadar açıktı. Tüm servetine de el konmuştu. Kütüğe başını dayadı. Metalik kan kokusunun kendi evlatlarına ait olduğunu bilmek kadını daha boynu gövdesinden ayrılmadan önce öldürdü. Katerina nefes aldığı son saniyelerde zaten ölüydü.

Güzel kraliçenin başı yere düştü. Kan her yere aktı. Katerina'nın başı da diğerleri yanına kondu. Bedeni toplu mezara atılmak üzere kaldırıldı. Kraliyet böyledir işte. Eğer düzgün şekilde devredilmezse saltanat o zaman aşağılanarak ölmeye mahkumsunuzdur. Richard III. bu kaderi almıştı. Henry VII. onu yendiğinde bedeni savaş meydanında çırçıplak soyuldu ve terk edildi. Hektor Achilleus'a yenildiğinde bedeni arena boyunca dolaştırıldı. Bu kural asıl kraliçe dahi olmayan Katerina için değişmezdi.

Jackson idamdan hemen sonra askerleri hazırladı. Yanına bütün derebeylerini ve ülkeyi korumak için bıraktığı askerler dışındaki tüm askerleri aldı. Hazırlandı. Kraliçe Virginia'ya ülkeyi ve tahtını emanet ederek portala doğru ilerledi.

Engelbertha çadırında geçirdiği ve Patricia, Sophia, Daniela ile Helga'yı beklediği zaman boyunca gereğinden fazla gergindi. Kenneth'ın ölüsünü görmesi azalmasına rağmen asla tam geçmemişti. Alex bizzat alakadar oluyordu. Bir gece sabaha kadar onun kolları arasında ağlamıştı. Alex ise onun saçlarını okşamıştı. Tan ağarırken kadın sonunda ağlamaktan şişmiş gözlerini kapatıp uyumuştu.

Patricia Daniela'ya söyleniyordu:

-Ne demek yakalayamadık?

-O adama pusu kurduk Pat ama orada değildi.

Joseph'in verdiği yanıt üzerine bir küfür savurdu sarışın kadın. Gerginle ileri geri yürüdü. Saçlarını sıkıca örmüştü. Kolunun altında her daim hazır cilalı bir miğfer vardı. Ağabeyini beklyordu. Portaldan oraya geçmek tehlikeliydi. Orada birkaç ülke dolusu asker vardı ve asla yenemezlerdi. Pusuda bekleyip geleni avlamaya karar vermişti kadın. Margeret Evans atından inip yanlarına geldi.

-Buraya kadar neden araba ile gelemediğimi sorabilir miyim?

-Kamplae dışında çok lüks bir hayat yok. Yollar bozuk ve bir yerden sonra gördüğün üzere at veya eşşekle devam edilmesi gerekiyor. Bu nedenle. Mesajlaşmayıp ulak kullanıyoruz çünkü bizde Europe gibi birisi varsa çoğu kişide vardır.

Sakince açıkladı onu Kinsey. Üzerinde ilk geldiğindeki kürkü vardı. Omzuna bir kurt arması iliştirilmişti. Kurt onun prensesliğinin sembolüydü. Kahve gözlerini ona dikince Margeret yerinde kımıldandı ve konuştu:

-Klasik her zaman iyidir.

-Evet, savaşta da öyle.

Margaret bu dediğine her dediği kelamdan fazla şaşırdı. Ellerinde o kadar ilim irfan varken ne demekti klasik savaş. Ağzından bir hayret nidası çıkınca Kinsey tekrar açıklamaya koyuldu.

-Jackson dün bir ulak ile savaşta istenenleri yazmış. Klasik olacakmış. Top tüfek yok. Yiğitçe olmasını istiyormuş. Bu nedenle kılıçla, okla ve mancınıkla savaşılacak.

-Bu ölüme gitmek demek!

-Biz düzeni sağlamaya geldik, bozmaya değil. İstenen beyan neyse onu yapacağız. Farklı bir şeyi değil.

Ayaklandı. Uzun bacaklarına sarılı pantolonu her hareketinde kıvrıldı. O da siyah bir silüet gibi kaybolup çadıra girdi. Patricia iç çekti.

-Fazla zorlamayın. Üzerinde gereğinden fazla baskı hissediyor. Peki biz bu Jones işini ne yapacağız?

-Ölmezsek sorun yok, buluruz.

O esnada bu zamana kadar sessizlik yemini etmiş gibi duran Sophia son konuşan Daniela'ya baktı. Ardından gözleri Patricia'yı buldu.

-Alec bizi ya öldürmek isterse?

-Alec bunu istemez davamızı destekliyor.

Helga ve Margeret bakışları ile anlaşıp sustular. Herkes Alec'in Jackson ile durmayacağını biliyordu.

Kırmızı Atkılı Jones adamını da alıp kızlar için oluşturulmuş takviye birliklerine katıldı. Jones'un en iyi yaptığı şey saklanmaktı. Kimliğini asla açık etmedi. 13 saatlik yol gitti. Bu iki günde Jones'un ömründen ömür gitti. Zaten ölmesine ne kadar kalmıştı ki? Yanında tuttuğu, dağ evinden aldığı karısı Marceline ve oğlu Kenneth'ın aynı kadrajda olduğu fotoğrafa arada sırada bakıp iç geçiriyordu. İki gece yıldızları izleyip dilek tuttu. Tan ağarmaya yakın kalkıp Tanrı'ya yakardı. Ellerini kavuşturup iyi bir katolik gibi babasına seslendi. Ölen kişiler için mum yaktı, mum bitene kadar izledi. Ne için oraya gidiyorlardı bilmiyordu ama oğlunu öldüren kızın ölmesini istiyordu. Christian denen piçin de ölmesini istiyordu. Sonrasında kendini vuracaktı ki bu onu hiç iyi bir katolik yapmazdı. Kutsal Ana Meryem'e ve İsa Mesih'e yakardı. Dualarını eksik etmedi. En sonunda askerlerin koğuşlandığı alana varınca yere secde etti ve Tanrı'ya bir kez daha şükür etti. Yeri öptü. Dini ölüme yakın olan her insanda olduğu gibi din ve tanrı sevgisi ile daha da dolmuş hatta taşmıştı. Onun zannınca dünya üzerinde ondan daha çok Hristiyan olan kimseyi bulamazdınız artık. Bir aziz gibi hissediyordu. Sonra onu gördü. Bahsi geçen kızın, Kinsey'in, o olduğunu yanındaki boşboğaz askerin hayran hayran konuşmasından anlamıştı. Kendi kendine mırıldandı.

-Kendini şanslı say Jones, tanrı senin yanında. Davanın yanında. Sen bir aziz olacaksın.

           Boreas, Grace ile bir motele yerleşmişti. Krallıklarda yolcular için herkese açık alanlar mevcuttu. Tabi bu alanlarda da gelen müşteriler iyi ile kötü olarak ayrışıyor, uzak kanatlarda kalıyorlardı. Böylece olası bir kaos iyi niyetli insanlardan uzak tutuluyordu. Boreas üzerini çıkarmıştı. Yatağa uzandı. Yan odadan kavga sesleri yükseliyordu. Kötülerin bulunduğu kanatlarda böyle sorunlar vardı. Tamemen günah kokarlardı. Boreas her iki taraftan yükselen eğlence ve mutluluk seslerinin de aynı olduğuna inanmıyordu. Bu kamp onun kalbini iyice kanla kül rengine boyamıştı.

  Saçlarını düzeltti. Yatmaya devam ederken Grace'in yanına gelmesini bekledi. Gelince ona sarılacak ve özürler dileyecekti. Peki ya bir özür yaşananları yaşanmamış kılabilir miydi? Yürekte açılan yaraları sarıp iyileştirebilir miydi? Birer bıçak gibi olan hatıraları köreltebilir miydi? Yapamazdı. Boreas da bunun farkındaydı ama aşkına güveniyordu. Derken Grace odaya girdi. üzerinde uzunca bir tişört vardı. Sarı saçları cansız duruyordu. Her zamankinden daha cansız. Başının üzerinde alelade bir topuzla tutturulmuştu. Göz altları morarmış, yüzü çökmüş, kadın iyice zayıflamıştı. Yatağa yanaştı. ucuna kıvrıldı. Boreas arkasından yaklaşıp sarılmaya yeltendi. Kadın onu itti. Tekrar tekrar denedi Boreas ve kadın tekrar tekrar itti. Daha fazla bu kadar aşağılayıcı bir konumda olamazdı. Bu romantik diye itelenen ama tacizi meşru kılan kitaplardan birisi değildi. Kendi hayatıydı. Lanet Boreas'tan ise hâlâ nefret ediyordu. Günahını dahi vermezdi.

Adam ise ona sokulmaya devam etti. Kadın var gücüyle itince ise sinirlendi. Sevgisi buraya kadardı. Gözü aşk görmezdi şu saniyede. Eski haline bürünmüştü. Bağırmaya başladı, kollarından kavradı.

-Sen nasıl beni reddedersin? Aşkıma kör müsün?

-Sen bana aşık değilsin! Bırak, canım acıyor.

Sonrasını duymadı Boreas. Öyle şiddetli kavga ettiler ki... Birbirlerine sıkılmış yumruklar salladılar. Bedenleri duvarlara çarptı. Her geçen saniye adrenalin ve de nefretin kokusu pencere kapı kapalı odayı doldurdu. Nefes alınmaz kıldı bu odayı, gözleri kararmış iki kişi durmadılar. Her şey bir anda oldu. Boreas kızı yatağa atıp üzerine çıktı, "o adi herif gibi miyim?" diye bağırdığında kadının gözlerinin dolduğunu çok geç fark etti. Sakinleşip onu kolları arasına aldığında, öpüp kokladığında, başını sevdiğinde her şey için çok geçti. Dudaklarından öpmek için yeltendiğinde nefessiz kaldı. Belinden çıkarıp yatağın yanına koyduğu hançeri almıştı Grace. Onu göğsüne saplamıştı. Sol göğsünün tam üzerine. Ağzı kanla doldu Boreas'ın. Gözlerindeki neden ifadesi netti. Okudu onu Grace. Tükürürcesine konuştu:

-Hayır demek hayır demektir. Seni istemiyorum. Asla da aşık olmayacaktım.

Boreas yatağa düştü. Kendine lanet ederken son nefesini verdi. Grace titriyordu. Her yanı kan olmuştu. Odada duramadı daha fazla. Sanki kemikleri bedenine büyüktü. Birkaç defa titredi. Ama soğukkanlıydı bu sefer. Görmezden geldi olanları. Doğruldu. Yavaş adımlarla motelden çıkıp araca bindi. Motelin koridorları ona korku filmlerini anımsatırcasına yanıp sönmüştü. Sanki Boreas'ın hayaleti her zaman yanında olacaktı. Grace bu düşünceyi kafasından sildi ve yeni bir hayat yaşamak üzere yola çıkmaya karar verdi. O esnada ayı gördü. Karanlık bir gecede ay parlıyordu. Grace sinir krizi geçirdi. Arabada histerikçe ağlarken saçlarını kanlı elleriyle boyadı. Sarı saçları alaca belece bir kızıl olmuştu ve metal bir koku yayılıyordu. Kan kokusu... Kadın aya bakarken kahkaha attı. Tamamen sakinleşince kontağı çevirdi.

     Jones tam kalkıp Kinsey'i öldürmek için hazırlanıyordu ki gür bir kadın sesi duydu. Konuşan kadını görünce ise gözlerine inanamadı. Yarı beline zor gelebilecek sarışın cılız bir kadın boyu kadar bir kılıç ile hazırlanmış olan atına binmiş bağırıyordu:

-Ey askerler! Hazırlıklı olun. Bunun için eğitildiniz. Eğer yaşamak istiyorsanız herkesi kılıçtan geçirin. Savaş başlıyıor. Kral Jackson'un askerleri portaldan geliyor. Konum alın!


09.08.2022


sonraki bölüm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eros'un Laneti

                       Güneşli bir gündü. Olması gayet doğaldı da. Güneş'in tanrısı Apollon vardı zira. Nasıl olmasın? Biraz da aşk kokusu var sanki. O da Afrodit'den olma Eros'tan geliyor olmalı. Işığı ile herkesi ve her yeri aydınlatan lord Apollon, Eros ile konuşuyor hatta onunla dalga geçiyor olabilirdi. Eros'un heykeltraşların yonttuğu yüzü sertleşiyor, yontulan taşlardan bir parça haline geliyordu.  - Sen buna ok mu dersin Eros?  Eros'tan hoşnutsuz sesler çıkıyor, parmakları arasındaki okları sıkıyordu. Buna rağmen güldü aşkın lordu.  - Evet lord Apollon. Gümüş ve altın oklar... Aşkın okları ve nefretin okları.  Çok güzel güldü Apollon. Gülüşünden ışıklar saçılıyordu. Altın sarısı saçlarını savurdu ve altın oklarından birisini çıkardı.  -Bak Eros, ok budur. Seninkiler ok mudur? Yoksa sadece birer talim kılıcı mı? Peki o yay mıdır? Benimkisi gibi olanlar oktur. Bak ışıltılı günün okları. Veba okları... Kikloplar dövdüler.  Sadece gülümsedi aşkın yakışıklı tanrı

Yazardan Seçmeler

 Bu sayfadan ben White Rose'un kitaplarında ve kitap olmamış tek bölümlük hikayelerine ulaşabilirsiniz. İyi okumalar dilerim  Eros'un Laneti   Çiy   Çocuk Alman Tablosu   The Mystyc History   Tarihteki Modern Kadın 1855 Cadısı Historymaker Queens Series Dynasty Prometheus Thanatos ve Eros Mary on cross The Key Of Darkness

Thr Key of Darkness (1)

  THE KEY OF DARKNESS --- Chapter One --- Tears of the Monster The sun was rising over the skyline as a scary monster approached a home. Elenor woke up and smiled. Her maid Nancy came in and spoke cheerfully. “Madam, today is your wedding day. You are a very lucky woman in England.” Elenor looked into her eyes and got out of bed. “I think this day will be amazing.” But destiny had other plans. Darkness, pain, and screams were everywhere. At the Marquee of Solisticashire, Samuel of Solisticashire talked to himself. “I hope she never learns about my dark side. It will not be good for her. But she will hurt. I wish she did not want to marry me. Little shy girl, making a deal with a demon.” The demon was Samuel, and he was a bad guy. He was narcissistic and cruel. He was feeling nervous now, thinking, “Am I a ghost or a monster?” Samuel was like a panther, graceful and dangerous. He looked like he could kill with kindness, but he was a cruel kind of man. Elenor got dressed, p